21 Ekim 2012 Pazar

incelikler yüzünden


Cezalandırılmak nedir ha sayın blog nedir? Sorarım sana nedir?




Çok yakın bir tanıdık vardı, bir tanıdık... Alçakgönüllülüğü ile aslında en sığ insanın bile karşısında ezilir, kendisinin bu dibe batmışlıkla yükseleceğini öngörürdü. Ama bilirdi aslında karşıdakinin gerçekten temeli olmayan düşünceler sahibi olduğunu ama her insandan öğrenilecek bir şey vardır diyerek ezilirdi, dinlerdi, susup bakardı. Ona benzediğimi hissediyorum be blog! Yıllar bizi birbirimize benzetmiş. Karşında görüp de hiç sevmediğin huylar bile fark etmeden sana geçmiş. İnsanoğlunun derisi geçirgen midir ha sayın blog? Ufak jestler, mimikler bile geçebiliyor ya hani gündelik insan hallerinden bile, yılların izleri da derinin altına mı işliyor ha blog?

Beklentileri törpülemek gerek bunu biliyorum. Olgun insan manifestosunun ilk maddesi de bunu gerektirir. Ama beklentiler maddi dünyayla sınırlanmıyor ki be blog -ki bu eski bir hatamızdı-, biz de içimizdekileri bununla sınırlayalım. Deli gözüyle bakıyorlar be blog! Öyle "sevimli, çılgın" deli gözüyle değil ama blog, gerçekten kafası çalışmayan, bizden uzak dursun denilecek bir deli gözüyle. Uzaklaştırıyorlar blog kendilerinden çok uzaklaştırıyorlar.

Hatalı insanlarız hepimiz. En azından bu duyarlılıklara sahip olan bizler. Zaaflarımız var çok fena yenildiğimiz. Bunlarla kabul ediyoruz tüm gerçeği zaten. Sadece beklentimiz de bunun kabulü ile yaşayan insanların dayanışması, başka da bişey değil aslında..

Arada kalıyorum be blog, çok acayip arada kalıyorum. Bu yaşantı ve kafamdakiler, aradaki uçurumlar gittikçe artıyor. Bazen dayanılmaz bir hal alıyor. Bişeylerin ayak sesleri duyuluyor be blog! Beklemek, benim gibi sabırsızlar ve rutini hem isteyip aynı zamanda tahammül edemeyen kafası karışıklar için işkenceden öteye geçmiyor.

21 Eylül 2012 Cuma

İçeru

Güzel şeyler olmasa da her zaman, en azından güzel şeyler olabilme ihtimalini koruyabiliyor insan zaman zaman...

Ahahaha içimdeki Yılmaz Erdoğan'a ne dersin sayın blog! :) Çok güldün di mi ben de ben de.. Kezban Lüksemburg'da nasıl olsa. Böyle şeylerden hoşlanmadığımı kaç kere söylicem sana blog! Tamam bi sus iki dakka. Atölyede öğrendiklerimi tek tek yazacağım derken yine ormantiğe bağladım. Bağlamayı seviyorum. Kırklar Semahını çalabiliyorum. Burdan Figen Eroğlu hocama sevgiler.

Neyse mevzu bu değil. Yine bilinç akışı tekniği kullanmaya başladım dicem ama ben komple olmuşum bilinç akış tekniği. Lö teqnique dö la bilinch akışkanlar mekaniği.



Başı kötü, ortası kastırıcı ama sona doğru ferahlatıcı bi süreç geçirdim bu yaban ellerde. Ama bu süreçte aslında dışardan değişen hiç bişey olmadı be sayın blog, ben yine bendim ve yine insanlar aynı insanlardı, kimisi aynı anlayışsızlıkta, kimisi de yine aynı sevgisizlikte. O yüzden tek kişilik trajedilerimin sonunda yine kahraman tek başına paçayı kurtardı. Bu sefer yaban ellerden destekçilerim vardı. Dünya ne kadar büyük ve dünya ne kadar küçük. Her yerde aynı şeyler yaşanıyor, ne kadar korkutucu ve ne kadar sevindirici. A bak mesela bu öğrendiğimiz ilk şeydi atölyede, "Polarite". Polarite ya polaritee, noldu kaldın sayın blog öyle. Anlatırım bi ara ayrıntısıyla ama zaten bildiğimiz bişey.

Sanırım hayatımın en garip hislerini hissediyorum (hislerini hissetmek). İlk defa ailemden bu kadar uzak ama onlara bu kadar yakın, sevdigim insanlarla o kadar iletişimsiz ama o kadar yanyana, üzüldüğüm şeylere de bi o kadar kayıtsız ve ferah hissediyorum. Başka hayatların varlığı bizi güçlendiriyor blog ne güzel di mi? Bence de.. Onay verdiğin için sağol. Ne demek..

Şu an oda arkadaşım Sözlerimi Geri Alamam'ı açtı ve ben Ankara'yı birden çok özledim. En çok istediğim şey şu an Ankara'da olmak, bişiler yapmak.. Odtü'de konser izlemek mesela aaa eveet!! Bunu sanırım döndüğümün ilk Çarşambası Goran Bregoviç konseri ile yapabileceğim be blog! Bunu şimdiden hayal etmek bile o kadar güzel ki. Bakarsın yeni bir Odtü konserinde yeniden aşık oluruz ha ne dersin be blog ;) Çok güzel olmaz mı? Öyle de güzel olur ki valla bilemezsin, ben o şekıl aşık olurum, şo bağyan şo şekıl aşık olur.  Aşık olma planı yapmak da neyin nesi ha dostum senin sorunun nee? Geç bunları bir klavyede bilirim ben yaptığımı! Yanlarında sonuna kadar mal gibi şımarabildiğim arkadaşlarımı göreceğim ya, bi de Cuma günü de annemler tatilden gelecek ya (onlara daha çok şımarabiliyorum üç kere olley olley oley), işte bunlardan bahsediyorum tam olarak. Şu an birilerini hasretle özleyen insanın kavuşacak olma mutluluğunu yaşayabiliyorum ya blog, yaşamak böyle anlar için var. En son ne dedigimi anladın mı? Anlamadın di mi blog? Tü sana verdiğim emeklere, internet paralarına...

Herneyse. Burada son iki günüm. Çok daha ilginç bişiler olmazsa ilginç şeyler oldu diyebileceğim, sağ salim dönersem. Döner kebap. Ayy ne dicem asıl burada Trier'de bi lahmacun yedim ama içine beyaz peynirden tut, ketçap mayonez falan koyuyolar, saf ya bunlar, öyle kakalıolar. Ay yazık ya :)










13 Ağustos 2012 Pazartesi

Gergedan


Orhan Pamuk’un Yeni Hayat kitabının çok meşhur ilk satırı şöyledir; “Bir kitap okudum ve hayatım değişti”. Bu kitabı çok severim. Hep sevmişimdir ve gelecekte de hep seveceğim gibi görünüyor.

Buna benzer olarak ben de yakın zamanlarda bi’ arkadaştan öyle güzel bir ayar yedim ki, gazetelerde “Arkadaşının Gizem’e verdiği tarihi ayar!” diye geçecek kalın puntolarla, ben de artık “bi ayar yedim hayatım değişti” diyebileceğim bu rahatlıkla. Bana “her şeyi anlamlandırıyorsun, nedir bu saçmalık, bu hayal dünyası!” dedi, gergin açık hava muhabbetimizin en gergin noktalarından birinde. O güne kadar hiç düşünmediğim bir şeydi bu. Gerçekten. Ben hep hayallerde yaşamanın, hayatta bişeylere anlam yüklemenin, hep beni bi adım ileri götürdüğüne inanırdım. Sanırdım ki dışardan görülenin aksine bana yakın olan insanlar “Gizem’in çok inanılmaz bi iç dünyası var ya ehü ehü bırava” falan diyecekler. Böyle sanıyodum gerçekten. Böyle oyunlarla, çeşitli Polyanlacılıklarla, sanatı hayatın içine birebir sokmakla, şarkılar, şiirler, yazılar, tüm bu anlamlar, imgeler, hep böyle uçsuz bucaksız bir cenneti vadediyordu bana sanki. Ve yalnızca beni gerçekten anlayanlar görebiliyor sanıyordum bu cenneti. Şimdi gerçeğin kendisi ile baş başayım. Gerçek tüm çıplaklığı ile karşımda ve ben bu gerçek karşısında gün geçtikçe eziliyorum.

Ortaokulda sevdiğimiz bi arkadaşımız vardı. Sürekli şiir yazar, şarkı söyler, duygusal tavırlar takınırdı. Ama biz onun bu tavırlarını sınıfça çok “bayağı” bulur, arkasından sürekli dalga geçerdik. Ama o, o kadar kendi hayal dünyasının içindeydi ki bu dalga geçmeleri bile anlayamaz, aksine “beni begeniyolar sanırım” diye sevinirdi çocukça. Safın önde gideniydi yani. Ama onunla bu kadar dalga geçilmesine dayanamadığım anlardan birinde “kızım yeter artık bu kadar edebiyat parçaladığın, komik duruma düşünüyorsun işte!” demiştim en çocuk vicdansızı halimle. Çok üzülmüştü. Sırasında ayakta dururken birden bire dönüp bi bana, bi hocaya bakıp, yavaşça yerine oturuşu hala gözümün önündedir. Çok çaresiz ve umutsuzdu. Ama ben kimsenin kendisine söyleyemediği gerçeği söylemiş olmanın rahatlığı ama onu bu kadar üzmüş olmanın da üzüntüsüyle birden acımasız insanlar gibi önüme döndüm. Birinin ona bu gerçeği söylemesi gerekiyordu diye düşündüm. Bu ben oldum. Sonra da hiç geri almadım sözümü.

Şimdi kendimi onun gibi hissediyorum. Arkadaşımın bana verdiği ayardaki gibi de kendi halimde oturuyorum artık kendi yerime. Herhangi birine, herhangi bir olaya ya da nesneye hiçbir anlam yüklemeden duruyorum. Zamanında yüklenen anlamlar o kadar çok kafa karışıklığı yaratıyor ki zaten yenilerine artık yer kalmıyor. Zamanla eski anlamlar silinirse bir gün, belki yeniler kendiliğinden boşluklara dolar. Ama şimdilik, hiçbir şiir, hiçbir şarkı, hiçbir yazı ya da olay, beni bir noktadan başka bir noktaya alıp götürmüyor. Geçmişi de, şimdiyi de, geleceği de boş veriyorum. Belki de dünya sadece madde olarak gözüktüğü kadar var. Yani masanın taburenin, insanın saçının ya da kolunun masa ya da saç olmaktan başka hiçbir anlamı yok. Uydurmasyon hepsi. Böyle olmalı. Hiç bir şeye karşı duygusal bir bağ kuramıyorum. Ben artık bir gergedanım. Ama bu dediğim bile hiçbir anlam ihtiva etmiyor biliyorum.


-resim bilmedigim bir ekibin Ionesco'nun Gergedanlar oyunu afişinden alıntıdır- 

29 Temmuz 2012 Pazar

Yol Meecoroları

Sevgili Blog,

Ay ne kadar çok oldu görüşmeyeli, nerelerdesin hayırsız?! İnsan bi arar bi sorar ya bi telefon kadar uzaktayız. Yani biz aramasak yüzünü göreceğimiz yok canım oldu mu şimdi yaa aaaa öööö..

Neyse, bu ilerizeka espirilerlerle dolu girişten de anlaşılacağı üzere yine yazar burada yazısına nası başlayacağını bilemiyor. Ah şu yazarların dilemmaları, sancılı yaratım süreçleri ve alttan ittirgeçli önden çektirgeçli çok oturgaçlı götürgeçleri.

Neyse gelelim olayımıza. Burada olayımız yine bir gezi sonrası akılda kalması gereken notların düşülmesi. Sevgili blog, inanmazsın hastalıklarla dolu da olsa, zorlu da olsa, bu en son gezi olayı bana nası iyi geldi bilemezsin. 

Karadeniz gezisi sırasında Temel fıkralarına konu olacak şekilde çeşitli olaylar yaşandı bitti saygısızca evet. Bunlarda Lazların komik ve atarlı yapısının etkisi büyük, Hemşinliler ise ayrı bi macero zaten. Bunları yazmıyorum bile. Ama bu maceralı süreçten çıkıp da, geri dönüş için uçağa bindiğimde geçecek 1 saatin tüm tatilin toplamından daha eğlenceli! olabileceği aklıma gelmezdi.

Şimdi şöyle bi genel açıklama yapayım. Türkiye'de ilginç bir durum var. İnsanların sosyo-ekonomik yapıları sosyo-kültürel yapılarını etkliyor haliyle. Bu durum da normal şartlar altında, yani eşit gelişimin mümkün kılınabildiği toplumdakilerin aksine, bizdeki gibi insanın tavrından, oturuşundan kalkışından, kıyafet seçiminden kişi ile ilgili çok fazla veriyi aynı anda alabilme imkanını veriyor. Şimdi gerzek gerzek " ay avrupalının kamyoncusu bile klasik müsik dinlo" demeye getirmiyorum lafı. Ama temel eğitim dediğimiz şey bazı gelişmiş ülkelerde bizden başarılı olmalı ki, insanın toplumla, insanın sanatla, insanın hayatla daha fazla bağı olduğundan belirli kalıpları daha zor yerleştiriyor belki de fiziksel olarak. 

Her neyse... Bekleme salonunda gezinirken gördüğüm akranım bi kız arkadaş, ilk bakışta abartılı makyajı, şıkıdım giyim tarzı ile bana bir markette kasiyer ya da bir mağazada satış görevlisi izlenimi uyandırmıştı. Sonradan ucakta ben koridor tarafındaki koltukta otururken bi baktım ki yanı başımdaki koltuk boş amma ve lakin cam kenarındaki koltukta ise bu ablamız oturmakta. Sonra anlayamadığım bir hızla daha uçak havalanmadan koyu bir muhabbete giriverdik. Daha doğrusu ben maruz kaldığım zorunlu monologu yer yer gereksiz kelamlarla diyaloga çevirmeye kalksam da, güzel ablamız, Rize'de başlayan çocukluk yıllarından, bugün nası bir yüksek eleiktrik elektronik mühendisi olduğuna ve Ankara'da önemli bir elektrik firmasında, önemli bir pozisyonda çalıştığına, işinde gerçekten ne kadar ehil olduğuna ve işini çok severek yaptığına geldi.  İlk şokumu orada atlatmıştım tabi, başından beri dış görünüşü sebebiyle ve bitmek tükenmek bilmeyen konuşma isteğiyle kafamda bambaşka kurguladığım arkadaş, okumuş etmiş, hatta üstüne tur bindirmiş bi insan çıkmıştı. Kendi çocukluk ve ilk gençlik maceraları bitmiş, sırada meraklı gözlerle beni inceleyip, ne iş yaptığımı, ne kadar maaş aldıgımı, bekar olup olmadıgımı, annemlerin neden benden başka çocuk düşünmediklerini -ki ben bunu sanırım annemlere hiç sormadım!- ve buna benzer onlarca soruyu peşi sıra soruverdi. Ben bu zaman zarfında normalde sıkıntıyla geçmesini beklediğim hosteslerin oksijen maskelerini tanıttıkları kısımların, ben daha ne oldugunu anlamadan bittigini fark ettim. Bu kızın çenesinden ölmeyip, uçak düştüğünde maskeyi takmayı beceremeyişim yine bu kızın çenesi yüzünden olsaydı ne komik olurdu. Cenazeye yine bu kız ve bir oksijen maskesi gelirdi belki ve annemlere "keske baska cocuk düşünseydiniz bak simdi boyle iyi mi oldu" derdi. kah kih koh.. Neyse...Hosteslerin ikram yapma vakti basladıgında, aldıgı sandviçi ve çayı ile soluksuz konusmasına bir mola verdigi zamanlarda , gözüm koridorun diger tarafında, hemen yanımda duran aileye çarpmıştı. Kızda oldugu gibi onlarda da görür görmez ilk yargılarımı oluşturmaya başlamıştım. On, on iki yaşlarındaki tombul erkek çocuğu ve üzerinde siyah kalın taç olan sarı röfleli saçının dip boyası gelmiş kırkbeşlerinde bi teyze ve kadroyu tamamlayan, olan bitenden habersiz, çocuğu ya da karısıyla hiç alakası olmayan şuursuz bir baba. Bu örnek gözüme direk adamın Karadenizli biri oldugu, tatil için ev hanımı olan karısını ve okulu tatile girmiş olan tombul oğlunu toplayıp annesigile zorla götüren baba profilini tamamlamıştı. Orucunu az önce simitle açtığını belirten kız arkadaş, çayı ve sandviçi de öylesine yediğini eklemişti bu gereksiz muhabbetimizin en gereksiz ayrıntısına. Bizim konuşmamız devam ederken, birden ön sıralarda bir hareketlilik oldugunu gördük, tüm uçak ön tarafa dogru bakmaya başladı. Ben koridor tarafında oldugum için olan biteni az buçuk görebiliyor ve meraktan ölmek üzere olan cam kenarı kız arkadaşıma durumu an be an aktarıyordum. Genç bir çocuk fenalaşmış, hosteslerden etrafına toplanmış, yere yatırmak suretiyle sanırım ilk yardım yapıyorlardı. Bu sırada karşı koridor ailesinden ev hanımı teyze bir hışımla olay yerine doğru ilerledi. Tüm gözler teyzedeydi. Yerde yatan genç çocuğun yanına gidip bişeyler yapmaya, hosteslere de direktifler vermeye kalktı. Bir süre orada durdu ve sonra geldi. Meraklı gözlerle tüm arka taraf yolcuları olarak ona döndük. Merak edilen o soruyu arka tarafın kahramana en yakın insanı olarak tüm cesaretimi toplayarak ben sordum. "Şey pardon, ne olmuş?". "Genç bi çocuk epilepsi nöbeti geçiriyor" dedi, "ilk yardımını yaptım, şimdi oksijen hazırlıyor arkada hostesler, onlar gelecek" dedi. Ev hanımı teyze, 80lerden kalma kalın tacının ona verdiği yetkiden çok daha fazla şey biliyordu sanki. "Siz doktor musunuz?" dedim. "Evet uzman doktorum" dedi. Şok şok şok. İkinci şokumu burada yaşamıştım. Bizim teyze doktor çıktı. Fütursuz kocasına çeşitli açıklamalar yapmaya başladı, belli ki kocası doktor değildi. Tabi benim bu konuşmalarımı duyan kız, hemen ne olduğunu benden öğrenmeye çalıştı. "Epilepsi nöbetiymiş" dedim. Manasızca baktı, "Sara yani sara hastasıymış çocuk" dedim az ama öz konuşan ne dediğini bilen kuul şehirli kadın imajımı koruyarak. Kız "soğan koklatsınlar iyi gelir" dedi bunun üzerine. İçimden ay neğadar cahalsin yea diyerek kızı küçümsemek geçse de , ama sonra sağdan soldan benim de kulağıma çalınmış olan bu soğan hikayesini belki bir canı kurtarmakta faydası olur diyerek doktor teyzemize sanki kendi fikrimmiş gibi hemmen yetiştirdim. "Soğan mı?! Yok daha neler?! Olmaz öyle saçma şeyler!" dedi beni küçümseyerek. Eh işte gücü gücüne yetene bu devirde tabi.. Sen ne anlarsın a be salak, bi de elalemin fantastik fikirlerini iletiyorsun sağa sola...Peh... Bozuntuya vermeden önüme döndüm ve kızın bitmek tükenmek bilmeyen muhabbetinin aslında ben ve benim gibi kendini bilmezlerin layığı olduğunu düşünerek devam ettim. Kız arkadaş kankam, Çamlıhemşin'deki HES'in amcasının şirketinin yaptığından bahsetti. Ben de şaşkınlıkla dinledim anlattıklarını. Az önce kendi memleketinin güzelliğini, yeşilliğini, deresinde raftingini öven kız, şimdi ise "tabi doğa falan da çok önemli ama işte hayat standartlarının da arttırılması gerek, yoksa biz de çok üzülüyoruz doğaya" dedi. Yüksek elektrik elektronik mühendisi olmasının teknik altyapısıyla da ne kadar karlı ve ne kadar hızlı para dönüşü olan bir sektör olduğundan bahsetti. Kendisi çok şey biliyordu besbelli. Ev hanımı teyze doktor çıkarsa, bu kız zaten uzaya uçmalıydı. Hem de ilk uçakla ama tek başına! Sonra konu anlamadığım bi şekilde evlendiğinde nerede oturacağı konusuna geldi. "Sözlümün şu anki işi çok iyi, o yüzden sözlümün iş durumuna göre belirleyeceğiz oturacağımız yeri" dedi. Yüksek mühendisten beklenmeyecek içtenlikte "sözlüm" diyordu ve bence sevdiği adam çok şanslıydı. Evlendiğinde ayağını bile yıkardı onun bu "sözlüsü". İnsanın hemen bir sözlü edinesi geldi ama yan tarafımdaki örnek babayı görünce bu hissiyatım çarçabuk geçti. Bir taraf musibetler bir taraf da nasihatlar köşesiydi sanki ve ben arafta kalmıştım. Aslında bu sözlüm muhabbetiyle kız kankam, en başından hissettiğim o insan profiline uygun olduğunu, sadece üzerine üniversite okumuş olduğunu bana gösterdi. Fakat teyze kankam beni çok şaşırtmıştı. Kendisi insanın dış görünüşü ile hakikaten gereksiz yere uğraştığının kanıtı gibiydi. Gördüğüm en kuul kadınlardan biri oldu.  Bohemin Türkiyelisi oydu. Kız kankamın ondan öğrenmesi gereken çok şey vardı. İnsanın mesleğinin gerçek kullanım yeri dışında hiç bir anlam ifade etmediği ve bir kadının da illa o kadar süslenerek güzel olmayacağı (bunu benim de bi düşünmem gerek!). Kadın doktor kankam gözümde çok değişmiş ve dünyanın en karizmatik, en güzel kadını olmuştu birden bire. Onu hiç unutmayacağım be blog! Yaşasın değişik kadınlar!


9 Temmuz 2012 Pazartesi

Elvis



Yazmıyorum ulan!


Ama Fatoş Gülkafa'nın şiirlerini seviyoruz!



Ayıp ettiniz

Sizler bir ok, gibiydiniz
İşte böyle, saplandınız
Yüreğimin, derinine
Ve öldürmek, istediniz
Beni yarı, bin yaralı
Mahalleme, bıraktınız
Ölmedim işte buradayım
Yalnız biraz, eksilmişim
Siz de beni, sevseydiniz
Ah keşke, ah keşke

Sıkışarak, gidecektim
Aranızda, bir yerlere
Bir ihtimal, dizinize
Oturarak, mutlu mesut
Olacaktım, sayenizde
Çıkamadık, yolculuğa
Hiç bir lükse, luzüm yoktu..
İşte böyle, saplandınız
Yüreğimin, derinine
Ve öldürmek, istediniz
Ah keşke ah keşke

14 Mayıs 2012 Pazartesi

bir Çınar Ağacı o

NASILSIN?

İyi günlerimde çok eller uzanır ellerime,
Resmimi, suratımı baş köşeye asarlar,
Fakar demir kapıların her kapanışında üzerime,
Ardında taş duvarların her kaldığım zaman,
Ne arayan beni, ne soran...

Eeh, daha iyi be, bunun böyle olduğu...
Minnetim ve borçluluğum yalnız sana kalsın.
İyi günlerimde benim unuttuğum insan eli
Nasılsın?..

Nazım Hikmet 1933

9 Nisan 2012 Pazartesi

Kırmızı

Istanbul DT'den turneye gelen "KIRMIZI"yı izledik. Oyunun her repliğinin ayrıca incelenmesi gerekiyor. Uzun zamandır gerek oyunculuk, gerek reji ve bence en önemlisi dramaturgi açısından bu kadar başarılı bir oyun görmemiştim.
Broşüründeki şu notu özellikle buraya not etmek istedim. Keza yazacak çok şey var ama bir şekilde toparlanamıyor bu aralar..
“Bizim kavranmasını istediğimiz, ressamın da filozof gibi ifade ederken kullandığı dilin, kendi bağlamında derinlikli olduğu, her sanat ürününde aranması gereken derinliğin de felsefesinde saklı olduğunun bilinmesidir"

26 Şubat 2012 Pazar

ironi üzerine notlar


Kierkegaard, en derin ciddiyetin kendini ironi aracılığıyla ifade etmek olduğunu söylermiş.

Bi de "İroni sanırım bir bakış açısı ve uğraşarak edinmek çok da kolay değil. Ama iyi kullanmasını bilen yazarlardan öğrenecek çok şey olduğu da bir gerçek. En önemlisi de ironinin, işaret ettiği mizahtan daha fazlasını kast etmesi gerektiği" demiş Nurdan Beşergil.

İroni üzerine düşülmesi gereken bir hayat gerçeği sanırım.

14 Şubat 2012 Salı

babette henüz gelmedi

Kendini 3G sanan ama kafasına vurdukça arada kendine gelen internetim müsade eder etmez tekrardan blog alemlerine dalmam manidar.

Yine notlarımızı düşelim.

Solda Max Frisch bize selam ediyor ve bana Allahsever Herkes efendiden bahsediyor. "Brecht gerçekleri göz önüne sererek tiyatronun dünyayı değiştireceğini düşünürken, Frisch entellektüellerin boşuna uğraştıklarını, Biedermann tipi korkak ve kör insanları eğitmenin olanaksız olduğunu savunuyor"*.

Frisch'in Brecht'ten çok daha fazla bireye indiğini anlamıştık zaten bu bi sürpriz değil. Hatta Biyografi'den de gördük ki Frisch'in bireyler üzerinde düşündüğü bir "kendini gerçekleştirme çabası" var. Kişiler kendi geçmişi ile bağlantısını tamamen koparmak, geçmişi inkar etmek, mümkünse geçmişteki kendisini değiştirmek ister demek istiyor. Frisch herkes böyledir demiyor elbet ama geçmişe dair büyük pişmanlıklar duyanlar o kadar değişirler ki, geçmişi tümüyle reddedip, o kişinin kendisi olmadığını hissederlere getiriyor lafı. Bu noktada onu iyi anlıyorum.
Fakat benim kurmaya çalıştığım bağlantı, Frisch'in bu birey üzerindeki tespitlerinin neresinden Biedermann'a bağlanacağı. Biedermann'ın kundakçılara yaptıkları ya da Knechtling'e karşı yaptıkları karşısında da bu geçmişteki adamı silme yoluna gidiyor mu? Gidiyorsa neresinde gidiyor? Of Brecht'ten bile zorsun be Frisch!

Neyse bu biraz kafa karıştırıcı oldu. O zaman satırlarıma Frisch ile ilgili küçük bir anekdotla son vereyim. Vereyim de üzerimdeki tiyatro histeriği kadın imajıma halel gelmesin aman...

" Arkadaşlarımın arasında Karl May ya da başka yazarların kitaplarını okumayan tek bir ben vardım. Neden bilmiyorum sadece "Don Kişot" ve "Tom Amca'nın Kulübesi"ni okurdum. Bu ikisi bana yetiyordu. Beni en çok heyecanlandıran şeyler önceleri futbol, sonraları tiyatro oldu. 'Rauber'i ilk seyrettiğimde ceplerinde parası olan ve okul ödevlerini yapmak zorunda olmayan yetişkinlerin neden her akşam tiyatroya gitmediklerini sormuştum kendi kendime. Bu yaşamın ta kendisiydi"* Max Frisch


* Memnune YAMAN, Max FRISCH Yaşamı, Yapıtları, Yankıları