13 Kasım 2013 Çarşamba

tuvalet


Kadınlar tuvalette ağlıyorlar
Dört gözlü bir tuvalette
Kaçacak başka yeri olmayan kadınlar
Tuvaletlerde ağlıyorlar

Geceleri ağlamak
Maneviyata yakınlaştırır
Tuvaletlerde ağlamak ise
Gerçeğe

Kadınlar tuvalette hüngür hüngür ağlıyorlar
Onlar ağlayınca bize sıra gelmiyor
Çıksınlar da çişimizi yapalım diye değil
Sıra gelmiyor çok ağlamaklı derdimize
Ağlayamıyoruz

Yoksa biz
Kadın değil miyiz?




tüm çalışan kadınlara
23.10.2013
işyeri

10 Ekim 2013 Perşembe

köy meydanında bir ağaç

Garip şeyler olurken
her şey değişirken
tutuklanırken insanlar
insanlar öldürülürken
çocuklar hala dondurma yiyorlar
dünyadan bihaber

04.08.2013
Ağlasun

7 Ekim 2013 Pazartesi

son

umutsuzluğa düşmeden
bir kez görebilsem sonu
bu son,
her şeyin
başlangıcı olurdu

SolfaSol

SolFaSol Gazetesi Ağustos sayısı

AVM’miz 5 dakika içerisinde kapatılacaktır!

Direniş boyunca Ankara'daydım. İstanbul'u, Hatay'ı, Adana'yı, Dersim'i görme fırsatım olmadı. Gidemedik buralardan. Çünkü buralar hiç olmadığı kadar hareketli, hiç olmadıgı kadar heyecanlıydı. Zaten sabah 8 aksam 6 mesaimiz de fırsat vermezdi ama başka zaman, başka ilde bu denli büyük bir hareketlilik olsa, kalkar giderdik herhalde. Daha önce hiç "kalkıp gitme"miştik aslında ama hiç de bu kadar büyük bir şey görmemiştik biz 80 sonralılar.

Sosyal paylaşım sitelerinden Istanbul’da olanları görünce, içimde bi yerlerimden “tak!” diye bir ses geldi. “Bu sefer farklı” dedim. Televizyonda malum hiçbir şey gösterilmiyordu, fakat sosyal medya çalkalanıyordu. İçimdeki “Tak!” sesi “Kalk!” sesine dönüştüğünde duramadım, evden koşar adım çıktım. Abidinpaşa’dan Kızılay’a gidebilmek için mahalledeki taksi dolmuşlardan birine bindim. Giderken taksici yol kapalı deyip, Kolej üzeriden Kocatepe’ye çıktı. Öyle varabildim Kızılay’a. Direnişin Ankara'daki ilk günü Ziya Gökalp ve Atatürk Bulvarı’ı kesistiği yer merkezde olmak üzere, tüm Kızılay hınca hınç insan doluydu. Güvenpark’ta saat 4’te protesto için toplanılacaktı fakat saat daha 3.30’du ve insanlar çoktan gelmişlerdi. Demek ki canına tak eden benim gibi birçok kişi vardı ve kimse oturduğu yerde duramıyordu artık.

Yıllarca ne olacağı bilinmeden Kızılay’ın ortasında duran, şimdilerde ise AVM’ye dönüştürülen talihsiz binanın önünde toplamış yüzlerce insan vardı. İlginçtir ki çoğunluğu çocuktu. 13lü 15li yaşlarda, kızlı erkekli, kiminin boyunlarında tuttukları futbol takımının atkısı, kimisinin elinde çeşitli bayraklar, çocuklar vardı hep... Ben bu durumu bi’ türlü anlamadım, o kadar çok çocuk n’apıyordu orada?. Kuzenlerimle yaşıtlardı genel olarak. Kuzenlerimi sokağa dökecek bu kadar ne olabilirdi? Ben bildim bileli onlar hep ders çalışırdı çünkü. Sokakta oynamayı da mahalleler sitelere, konutlar rezidanslara dönünce bırakmışlardı. Onları sokağa ne dökmüş olabilirdi bu kadar? Biz yine biraz eylem görmüş sayılırdık, bi işe yaramazdık belki ama eylemlere gider gelir, elimize tutuşturulan broşürleri okurduk en azından. Ama kuzenlerime benzeyen o çocuklar, o kadar uzaktaydılar ki bu olanlara, onları sokaklara ne dökmüştü gerçekten? Kimisi dedi "eğitim sistemini bok ettiler çocuklar dayanamadı", kimisi "yaz geldi, kanları kaynadı" dedi, kimisi maçların bitişine bağladı bu durumu. Bunlar belki kısmen dogrudur, tam bilemiyorum. Ama Ankara'da son yıllarda cocuklar hiç var olamadılar. Sonradan dayatılma AVM gezme kültürü insanın özüne uymadı, en çok da enerji ile dolu o çocukların özüne. Çünkü çocuklar "toplanma"yı severler, çünkü çocuklar bir arada olmak ister, çocuklar birlikte olmaktan enerji alırlar, şakalaşmayı, birlikte şarkı söylemeyi hala severler. Yeni Ankara'da yapamadılar bunları. Birileriyle tanışmak imkansızdı mesela Güvenpark'ta, Kızılay’a sadece dersane için gelinirdi ve Ulus'a tek gidilmezdi asla! Çünkü hep korkutuldular. AVMlere doluştular. Ama insanların içine tıkıştırıldığı o kutular, janjanlı mağazaların yüksek sesli müzikleri vermedi o birlikte eğlenme ve bir arada olma coşkusunu.

Bunları düşünürken ben, AVM’nin önündeki asansör kolonu ile kapısı arasında kalan yere bir gaz bombası atıldı. Çoğunluğu çocuk olan tüm bu kalabalık içeri doğru koşmaya başladı. Sıhhıye yönünden gelen bir TOMA ise su sıkarak o taraftaki kalabalığın da AVM’nin içine yığılmasına sebep oldu. İnsanlar çığlık çığlığa içeri kaçışırken birdenbire AVM’nin içindeki hoparlörlerden inanılmaz bir anons geldi “AVM’miz 5 dakika içerisinde kapatılacaktır!”. Kapının önüne atılmış gaz bombaları ve TOMAlar ile AVM’nin kapatılma anonsunun şaşkınlığı ve korkusu arasında kalan o çocuklar birdenbire AVM’in içindeki tüm duvar ve kolonlarına var güçleri ile vurmaya başladılar. “Tak! Tak! Tak!”. Çok büyük bir gürültü çıkıyordu, AVM’de yer yerinden oynuyordu ve çocuklar kesintisiz duvarlara vurmaya devam ediyordu.  “Tak! Tak! Tak!”. AVM içindeki herkes resmen kapana kıstırılmıştı ve çocuklar gerçekten korkuyorlardı. Başka zaman insanların, özellikle de çocuk ve gençlerin, arkadaşları ile vakit geçirmek, yemek yemek, alışveriş yapmak ve de önünde buluşmak için hep geldikleri bu AVM, şimdi kapılarını insanlara kapatıyor, herkesi dışarıdaki gaz bombalarının önüne atmaya çalışıyordu. Beş dakikadan uzunca bir zaman geçti ve AVM bu tepkiler üzerine kapatılamadı. İnsanlar yavaş yavaş Güvenpark’a doğru yönelmeye başladı. Ankara’da direniş 1 Haziran Cumartesi günü Kızılay AVM tarafında böyle başladı.

Ankara’ın çocukları o gün hep birlikte AVM’nin içindeki duvarlara vurduklarında, aslında kendilerini hapseden bu yeni tüketim düzeninin duvarlarına vuruyorlardı sanki. Şehirdeki tüm yaşamsal alanlarını hapseden AVM, şimdi fiziksel olarak onları barındırmak istemiyordu. AVM’in o yüksek duvarlarına vurmak, içinden kurtulmak istedikleri yeni yaşam biçimine de tepkiydi adeta. Çünkü gerçekte de olduğu gibi AVMler “işlerine gelmeyince” herkesi kapı dışarı ederdi. O gün AVM’nin içindeki duvarlara vurmayla başlayan tepki, insanların sıkıştırılmışlıklarından kurtulmak istediğinin ilginç bir şekilde vücut bulmuş metaforik bir haliydi. Görünen o ki, duvarlara vurmaya başlayan çocuklar, artık sadece içerideki duvarlarla yetinmeyecekler. Hayatlarımızdaki bize dayatılan yapay duvarlar, çoktan sallanmaya başladı.
Tak!Tak!Tak!


Gizem GÜRER

11.08.2013

Gençler

Eski yazıları tek yerde toplasam iyi olur dedim. Yayınlananlardan birkaç tanesini arşivlemek amacıyla ekliyorum.

Kaynak site;
http://www.genclerbirligi.org.tr/lutfen-ayaga-kalkar-misiniz/

Mahalle Baskısı Dergisi

18 Ocak 2013




Lütfen Ayağa Kalkar mısınız?


20 Ağustos günü, 2012-2013 sezonunun ilk maçında Antalyaspor karşısındaydık. 3-1′lik galibiyetimizle biten ve lige umutla başlamamızı sağlayan o maçta, maraton tribünününde birçok yeni destekçimiz kırmızı siyahlı renklerle ilk kez tanıştı. Sezon öncesi kulübümüz tarihinde rekor sayıda Ankaralı ile buluşan Gençlerbirliği kombine kartlarından biri de o gün Gizem Gürer’de idi. Mesleği endüstri mühendisliği olan Gizem hanım, o günden sonra iç saha maçlarımızın hiç birini kaçırmamış. Tribünde bizleri yalnız bırakmayıp izlenimlerini paylaştığı için teşekkür ederiz.
LÜTFEN AYAĞA KALKAR MISINIZ?
Stadın Gençlik Parkı karşısındaki kapısından girdiğimde, gözümde güneş gözlüklerim, sırtımda çantam, altımda şortum (bir kadının maça şortla gitmesi cesaret ister dediler!), 19 Mayıs kompleksinin içinde ilerlemeye başladım. Hayatımda ilk kez edindiğim kombinemin bana verdiği yetkiye dayanarak, artık içimde yıllardır zincire vurulmuş ayarsız holigan Prometheus’un dışarı çıkma vakti gelmişti. Sonuçta taraftarlık müessesesi büyüklerimizden gördüğümüz kadarıyla kutsal bir müessesseydi ve içimizdeki bu ateş, azim ve hırs ile bu yolda hızla ilerlemek gerekiyordu! Ben de işte bu inançla ilk gördüğüm yeşil alana doğru kendinden emin adımlarla ilerledim. Her ne kadar arkadaş hatırı ile başlasa da bu maceram, ben de bu “saadet” zincirine katılmış, benimle birlikte bir sürü kişinin kombine almasına aracı olmanın haklı gururunu taşıyordum omuzlarımda. Nerde tezahürat edilip, hangi pozisyonlarda ayağa kalkıldığı gibi kritik noktaları bir an evvel öğrenmem gerektiği için hemen diğerlerini bulmam gerekiyordu. Zaten geç kalarak, kendi arkadaşlarımdan kurmuş olduğum mini seyirci takımıma rezil olmuş, maça 1-0 yenik başlamıştım bile! (bknz: futbol terimleri lütfen). İlerledikçe uzakta maç yapan insanları gördüm ve doğru yeri bu kadar kolay bulmanın sevinci ile yeşil alana doğru ilerledim. Ankara’daki stadların futbol severleri pek memnun etmediğini biliyordum ama bu kadar küçük olması garibime gitti. Sonra birden içimde, “işte Anadolu takımlarının içler acısı hali” diye benim gibi futbola çok uzak birinin bile nerden duyup da içselleştirdiğini anlamadığım o masum kırgınlığı hissettim. Stad çok küçüktü, hatta bizim işyerinin halı sahasının hallicesiydi. Televizyonlar sahaları da mı beş kilo fazla gösteriyordu? İşte ben tam bunları düşünürken (aslında sadece aval aval bakınıyordum), birden arkamı döndüm ve koskocaman bir devle karşılaştım. Dakikalardır saf saf tel örgülerin arkasından maçı izlediğim yer gerçekten bir çeşit halı sahaymış ve asıl stad tam da arkamda duruyormuş. Stadın upuzun kolonlarına öylece bakakaldım. Çünkü çok büyüktü. Hayatımda hiç böyle bi stada gitmemiştim. Ben zaten hayatımda bi kere maça gitmiştim, o da 6 yaşındayken babamla gittiğim  –şu tesadüfe bakın ki-  Gençlerbirliği- Sarıyer maçıydı. Ama o maç Cebeci stadındaydı ve Cebeci stadı da üzerine ayrıca bir yazı yazılacak güzellikte bir stattı.
Burası ne kadar eski bi yerdi acaba? Kaç yaşındaydı bu stad? Bir sürü kapısı vardı, ben hangisinden girecektim? Aldığım kombine “Maraton” kombinesiydi, bunun bir de “Kapalı” ve “Kale Arkası” olanları vardı. Maraton neydi acaba? Atletizmle mi ilgiliydi? “Kapalı” gerçekten kapalı mıydı? Acaba kışın soğuklar başlayınca bizi oraya mı alacaklardı? İçlerinden bir tek “Kale Arkası” anlaşılırdı benim için, o da herhâlde kale arkasındaydı. Bir keresinde Ankara’ya iş için gelmiş bi İngiliz arkadaşımı dışarı yemeğe götürmüştüm. O esnada televizyondaki maça bakıp duyduğu “Aut! Korner! Penaltı! Taç! Gol!” terimleri üzerine “Gizem, sanırım ben Türkçe biliyorum” demişti gülerek. Belki o gelse bilirdi bu maratonu. Ama ben bilmiyordum. Babam gibi bir futbol fanatiği ile yaşayıp da futbola merak sarmamak da ilginçti aslında. Gerçi babam da herhalde en son Gençlerbirliği-Sarıyer maçına gitmişti benim gibi. Uzaktan taraftar olan tüm diğer dört büyükçüler gibi… Buraya babamı da getirmeliyim diye düşündüm. Çünkü burası hep o yaşamayı sıklıkla hayal ettiğim Ankara’nın 70leri, 80leri gibiydi sanki. Çok sonraları merak edip internetten öğrendiğim kadarıyla 1930larda ödüllü bir proje ile yapılmıştı burası. Düşündüğümün aksine o kadar da genç değildi bu sevgili bina. Ama ruhu gençti. Lüksten uzak duran ama zevk sahibi insanların yaşadığı o eski Ankaralıların mekanıydı sanki. Bu stadla ilgili bir sürü duygusal şey yazılabilirdi belki de… Ama bir “erkek sporu” olan futbolda doğası gereği duygusallığa yer yoktu ve hakem başlama düdüğünü çoktan çalmıştı! (terimler öğreniyorum)
“Maraton”un 11 no’lu kapısından içeri girdiğimde herkes maça inanılmaz konsantreydi ve gözünü sahadan ayırmıyordu. Ama ben bir süre tribünlerdeki insanlara bakmaktan maça konsantre olamadım. Babasının omzundaki küçük çocuklardan tutun da sürekli tepinip eğlenen liseli gençler, heyecanla oturduğu yerden maçı izleyen her yaştan kadınlar, erkekler, işportacılar, sucular, çekirdekçi amcalar, aa lise arkadaşlarım, aa orda da ortaokul arkadaşlarım, e şurdakiler de bizim işyerindekiler derken bir baktım benim tüm Ankara maçta. Bir ben gelmemişim, gelmişim de daha doğrusu biraz geç kalmışım, yaklaşık yirmi sene kadar…
Sonra birden maçta önemli bi an oldu ve Gençler taraftarı hep bir ağızdan “Lütfen ayağa kalkar mısınız!” diye bağırmaya başladı. Lütfen derken? Tabi kalkarız ne demek aman efendim asıl siz şöyle buyurunuz diyesim geldi. Dalga geçiyora pek benzemiyorlardı. Sanırım bu Gençler taraftarının bir tezahüratıydı. Bunları da bir bir öğrenmem gerekiyordu. Aralardan geçen bir çekirdekçi amca gözümden kaçmıyordu. Amca maçta önemli bir pozisyon olduğunda bir elinde kese kağıdı, bir elinde içi çekirdek dolu mini çay bardağı, öylece donmuş şekilde pür dikkat sahaya bakıyordu. O an havaya doğru uzattığın 1TL ve sen hayattaki en anlamsız fotoğrafı veriyordunuz birlikte. Çünkü çekirdekçi amca pozisyon nihayete ermeden asla sana bakmaz, hele o çekirdeği asla sana vermezdi. Sen o ara tüm çekirdekleri alıp kaçsan farkına bile varmazdı. Bir kolunun altında çekirdek çuvalı, bir elinde de mini çay bardağı olan bu fütursuz adam tam bir futbol aşığıydı. İçinde bulunduğum şaşırtıcı durum beni de heyecanlandırmıştı. Burası sanki farklıydı. Yani televizyonda ya da AVMlerde  gördüğüm çılgınlar gibi futbol kulübü mağazalarından alışveriş eden diğer gözü dönmüş taraftarlar gibi değildi buradakiler. Televizyonda gördüklerim daha çok, hani çok paralı adamlar atıyorum Hawaii’ye tatile gider de oranın yerel nesi varsa şuursuzca üzerine geçirir ya, çiçekli gömlekler, boyunlarında çiçekler, şapkalar, hah işte o adamların burada, televizyonda adına futbol taraftarı denen yansıması gibiydiler. Onların bağırması şuna benziyordu bi bakıma “Ta Hawaii’ye gidip o kadar para verdim, bir sürü çiçekli gömlek aldım, o zaman en büyük Hawaii başka büyük yok!” demek gibi bişeydi. Ama Gençlerbirliği maçındakiler için öyle değildi sanki bu durum. En büyük Hawaii değildi çünkü birbirleri ile aralarındaki tek bağ hep bu kentin insanı olmak, ortak bir belleğin parçası olmaktı. Belki de Ulus Baker’in dediği gibi futbol da sanat gibi bir yaratıcılık alanıydı. Bunu şimdiye kadar hiç fark etmemiştim gerçekten. Maratonda bunu iliklerime kadar hissettim.
Maçın bazı anlarında duraklamalar oluyor ve futbolcular giriyor, futbolcular çıkıyor, herkes sahada bir yerlere koşuşturuyordu. İşte böyle anlarda ya da gol olduğunda hoparlörlerden şarkılar yükselmeye başlıyordu. Televizyondaki izlenen diğer maçlarda gözlemlediğim şey , böyle ara zamanlarda ya kulübün resmi şarkısının çalındığı ya da o zamanın meşhur popçularının tırıvırı şarkılarının çalındığıydı. Zaten günümüz Pop müziği de tam bu anlatmak istediğim futbol taraftarı klişelerine cuk oturuyordu. Fakat Gençler maçında çalan Manu chao ve New Model Army’yi ya da gençlerin yeni gözdesi  Ais Ezhel’i ancak iyi bir alternatif mekanda, yine çalınan Oğuz Yılmaz ya da Çubuklu Yaşar şarkılarını da yine işinin ehli emektar yerel Ankara müzisyenlerinden dinleyebilirdiniz. Bu kombinasyon bile, işi “etiket”ten çok “öz”e yaklaştırıyordu. Müzik seçimleri yaşanan atmosferin en büyük destekçisiydi belki de… Maça gelen 50 yaşındaki Ulus esnafı amcanın bir Manu Chao’dan haberi olmadığı gibi, “modern kentli elit sosyetik” bizleri de, hep neden olduğunu anlayamadığım, bi köşeye atılmış olan yerel Ankara oyun havaları ile tanıştırıyordu. Aslında müzikteki bu hassasiyet, ortadaki samimiyetin bir anahtarı, bir özeti gibiydi.
Şimdiye kadar futbola karşı olan antipatim, belki de kendimle bir ortaklık kuramamış olduğumdandı. Yani çok para dönen, kaba saba adamların bağırıp çağırdığı, gereksiz olduğunu düşündüğüm bir mecraydı benim için.  Karşımda kocaman bir yeşil saha vardı, yanımda ise dans eden, tepinen, bağıran ama küfretmeyen, sevinen ama şımarmayan onlarca tanımadığım ama garip bi şekilde yakınlık duyduğum binlerce insan. İçimde de tarif edemediğim bir heyecan ve bir sevinç… Maç esnasında tribünlerdeki binlerce insanın gözü aynı noktadaydı ve sanki tüm enerjiler o noktada toplanıyordu. Belki de kişisel gelişim kurslarındaki zımbırtıların işe yarayabileceği tek yer sahalardı. Odaklan! Enerjiyi avcunda hisset! Nefes aaaal! Fırlat! Nefes Al! Fırlat! Yok yok, olmadı. En iyisi mi kişisel gelişim kurslarına gitmek yerine, insanlar maçlara gelmeliydi. Zaten insan nasıl “kişisel” gelişebilirdi ki?  Hele böylesine büyük kalabalıklar hala bir araya gelebiliyorken…
Gizem Gürer

21 Mayıs 2013 Salı

Kiraz Kafa

Iki kulağının üstünde, her biri iki saplı kirazlar sallanıyordu. Kiraz kadar kırmızı bir kanepede, pazardan alınma sapsarı bir plastik tabağın içindeki yemyeşil erikleri yerken, kendinden habersiz çocuklar gibi televizyondaki alakasız görüntüleri izliyordu. Gördüğüm guzel gözlerin de kahverengi olduğunu yeniden fark ettim. Baktım. İçime işleye işleye baktım. Kırmızı kanepede yatıp, sarı tabaktan yeşil erik yiyen kahverengi gözlü adam, kulaklarına taktığım kırmızı kirazların sallandığını fark etmeden bana bakıp bakıp gülüyordu. Ben yemesin, hep bana böyle güzel gülsün diye, eline vurup tabaktaki kirazları ona yedirtmiyordum. O da gülüyordu. Hayatta böyle bişeye gülecek çok az insan vardır herhalde. Eline neden vurup, kirazları ona neden yedirtmediğimi bilmiyor, ama o sımsıcak gülüşüyle bana gülüyordu. Öyle içten gülüyordu ki sanki ona hiç böyle şakalar yapan olmamış hayatında diyordum. Hâlbuki ben oyun oynamayı çok seviyordum. O güldükçe ben eline vuruyor, ona kirazları ve erikleri yedirtmiyordum. O buna daha çok gülüyordu. Sarı tabağı alsam kafasına gecirsem cok daha komik olur mu diye düşündüm bi an. Sonra bu hic de komik olmayan şakayı kendi içimde de eledim. Allahtan insanin saçmalamadan önce danistigi bir beyni var. Kulaktaki kirazlar sallanıyordu. Bunu, kendi çocukluğundaki gibi, cinsiyetten hiç anlamayan bir çocuk saflığında yapıyordu. Sanki o kirazları  küçükken mahallede oyun oynarken takmışız, gülüyormuşuz da henüz “erkekler kulağına kiraz takmaz” diyen bi abi gelmemiş gibi oynuyorduk. O an tek eksik benim kafamdaki iki topuzdu sanki. O iki topuz da olsa her sey tam olacakti. Topuzlarim olsaydı belki kırmızı koltuk havalanacak, bizi, kiraz ve eriklerimizle beraber ucuracakti. Ucmayalim diye içeri gidip iki topuz yapma fikrimden vazgeçtim ve kestim şakayi. Kiraz kafa televizyona döndü. Gerçek yaşamın sanal görüntüsü mu yoksa sanal hayatın gerçek kopyası mi olduğuna karar veremediğimiz hayatlar dönüyordu yavaş ve hızlı şekilde. Hem yavaş hem hızlı şekilde. Beynimdeki görüntüler gibi hem yavaş hem hızlı şekilde. Kontrol edemedigim tüm duygu ve dusunceler hic olmadığı kadar yalindilar o an. Bir kiraz ve bir erik renkli bir kanepede oturmak icin yeterli tek sebepti.