12 Ağustos 2014 Salı

Mamak Kutuphanesi

Ne tesadüftür ki dün gece rüyamda yıllar sonra Mamak Kütüphanesi’ni görmüştüm ve bu sabah kalkıp baktım ki Robin Williams ölmüş.

Saimekadın’dan Mamak’a doğru giden yolda, yeşillik üzerine kurulmuş küçük gecekondular boyunca ilerleyip, tren yolunu geçip, Mamak Belediyesi’nin tam karşısında sapa bi yerde, bir prefabrik içine kurulmuş bir kütüphane vardı çok eskiden. Bilmem şimdi hala var mıdır, pek sanmıyorum. Yıkılmıştır muhtemelen. Ortaokuldayken, yaşımız daha 12-13, çok sonraları izini kaybettiğimiz ortaokul arkadaşımız Hasan, o zamanlar o taraflarda otururdu. Bir gün bana “bizim evin orada Mamak Kütüphanesi var, cumartesi bedava film gösteriyorlarmış kızım!” demişti heyecanla. “Film gösterimi” denilen şey pek yaygın değildi o zamanlar, VCDler bile pek yoktu, en azından bizim evde. Bu yüzden “bedava” film izlemek, bizim için kaçırılmayacak fırsattı. Dediği cumartesi kütüphaneye gittik. Mamak Belediyesi’nin önünde buluşup –yıllar önce kuzenim Birsen ablayla burada üzeri gazete kağıtlarıyla kaplanmış bir ceset görmüştük de çocuk aklımızla çok etkilenmiştik, Mamak Belediyesi dedikçe bunu hep hatırlarım, şimdi yine hatırladım, o gün Hasanla gittiğimizde de hatırladığım gibi- tren yolunun üstüne doğru tırmanıp, neden oraya, neden bir prefabrik içine kurulduğunu anlayamadığımız kütüphaneye vardık.

Odalarından biri büyük, diğer ikisi küçük, üç odalı bir yerdi kütüphane. Büyük odanın girişteki sağ, arka ve sol duvarları kocaman beyaz raflarla, rafların içi de büyüklü küçüklü renkli renkli yüzlerce kitapla doluydu. Tam karşıda ise tek başına çalışan bir yirmili yaşlardaki güler yüzlü bir kütüphane görevlisi abi vardı. Önüne çalışma masasını koyduğu kocaman pencereden otların yemyeşil olduğu bir çayır görünürdü. Filmin başlama saatine daha vardı. O süre içinde kütüphanedeki kitapları incelemeye koyulduk Hasanla. Ben şimdi ne olduğunu hatırlayamadığım, ama sanki adı dilimin, şekli gözümün ucunda da azcık düşünsem çıkaracağım bir kitabı alıp, güler yüzlü abinin önündeki masaya oturdum. Sayfaları çevirmeye başladım. Hasan da rafların önünde başını yukarı kaldırmış yana doğru ilerleye ilerleye kitaplara bakıyordu. Bir süre sonra güleryüzlü kütüphaneci abi, filmin başlayacağını duyurdu. İçerdeki küçük odalardan birine, küçük bir perde ve düzeneği ile onbeş kadar sandalye konulmuş, oda mini bir sinema salonu yapılmıştı. Hasanla ben en öne geçtik gülerek, arkamıza da üç beş kişi oturdu. Sonra film başladı. Girişteki cümleden saklayamayız, film bir Robin Williams filmiydi; Ölü Ozanlar Derneği.

Film hakkında hatırladığım tek şey, çılgın bir öğretmenin, çocuklarına umudu aşılamak için yaptığı değişik değişik hareketlerdi. Neydi nasıldı başka hiçbir şey hatırlamıyorum, ama filmden çok etkilendiğimi şu an bile çok iyi “hissediyorum”. Hasanla sonra kitabını bulup da okumuştuk hatta, belki hala evde duruyordur bi yerde.

İşte bu sebepten Ölü Ozanlar Derneği dendikçe, gözümün önüne hep o çayırın içindeki Mamak Kütüphanesi gelir, yıllar sonra Amerika’da olduğunu başkalarından öğrendiğimiz, neden herkesten uzaklaşmayı seçtiğini bir türlü anlayamadığımız o naif çocukluk arkadaşımız Hasan gelir, filmdeki deli öğretmenin çocuklarına aşılamak istediği o “his” gelir. Görüntüsüz, şekilsiz, sadece bir his, bir karman çorman ama umut dolu boşluk hissi gelir, sanki tanımlanamayan bir rüya gibi. Dün gece gördüğüm gibi…


Mamak’tan alıp başını çok uzaklara giden Robin Williams ve Hasan’a…

20 Haziran 2014 Cuma

Türbe

Babamı eskiden
Bolu köylerinde bir türbeye yatırmışlar
Çok hastaymış da
İyileşsin diye
Şöyle demişler o zaman
“Türbenin içine yan yana yatırılan iki hasta çocuktan
Biri ölür
Diğeri yaşar”
Batıl gerçek olmuş
Babam yaşamış
Yanı başındaki küçük kız ölmüş
Şimdi aynı ben de
İyileşeyim diye
Yatırdım kendimi
Yeşil örtülü o türbeye
Ah yanıma yatan kız çocuğu!
Perişanım da
Değişmez
Babama çekmişim ben de

18.06.2014

9 Nisan 2014 Çarşamba

Editör

Çok yazmam gerektiğini söyledi sayın editör. Çok yazmam ve çok okumam. Çok yazmayı ben de çok istiyorum sayın editör. Ama çok yazamıyorum. Bilin bakalım neden? Çalışıyorum günde 10 saat, git geli ekle toplam 12.

Gel gitlerim de var benim sayın editör. Siz tam neyi nasıl anlarsınız, yazıların, sanal mürekkeplerin izlerinin arkasından hangi insanı görürsünüz? Hastalanıyorum sayın editör, bildiğim en iyi yer hastane. Sıra beklerken ayakta duramıyorum editör. Yazmak da mı bir lüks oldu şimdi? En son aldığım lüks bir akıllı telefon. Nereye çok yazıyorum sayın editör? Günde 3 saat kalıyor bana. Hasta ve gel git akıllı bi insana. Bizim gibilere. 3 saatte ne yazıyorum sayın editör? İyi yazmak da mı bir meslek oldu bu tükürdüğümün dünyasında? Yok pek tabii ki sizi suçlamıyorum, bundan size ne biliyorum. Ama olmayınca olmuyor işte. Tamam çok yazamıyorum diye kızmayın bana.

Size gönderilen yazılarla neyi kıyaslıyorsunuz sayın editör? Hani nerde hakkaniyet? Peki ya eşitlik? Yazıları çok seviyorsunuz, belli ki insana saygılısınız. Peki ya bilmiyor musunuz, çok yazmak için vakit gerek, oturup düşünmek, araştırmak gerek. Yok Aynştayn’ın da varmış yirmi dört saati. Biz Aynştayn değiliz editör. Atomu parçalayamıyoruz. Edebiyat desen, yakınına uğrayamıyoruz. Kulaktan dolma, facebuktan okuma, twitterdan çakma.

Ne bekliyorsunuz günümüz yazarlarından sayın editör? Yılların kağıt birikimini harmanlayıp, özetini size sunmalarını mı? Yoksa sıfırdan bişey üretmelerini mi? Belli ki benzeyeceğiz birilerine, o da en iyi ihtimalle. Benim yazıdan çok ümidim yok sayın editör. Sizin nasıl olabiliyor? Bana bi anlatın ne olur? Her gördüğünüzü okumaya hevesli misiniz gerçekten siz? Hızlıca gözden geçirip, arada iyi laflar var mı diye bakmıyor musunuz yani benim gibi? Çok güzel yazıların da aslında bir çeşit matematik olduğunu görmezden gelmemizi mi bekliyorsunuz bardak altlığına sigara söndürürken? Üzerine çalışmaya vakti olan herkes yapar bunu bilmiyor muyuz? Hele ki ben sayısalcıyım. Peki bu durumda en iyi öyküyü kim yazar bilir misiniz? ÖSS Türkiye birincisi. Otursa bir gün, bir öykü üzerine çalışsa... En ala öyküyü çıkarır sayın editör. Peki o zaman siz neye bakıyorsunuz bana bi söyleyiverin ne olur? Neyle neyi kıyaslıyorsunuz sayın editör? Vakti olanlarla olmayanları mı? Duygularını ifade ederken önceden öğrenilmiş kalıplar kullananlarla kullanmayı bilmeyenleri mi? Yazı yazmak bu mudur sayın editör? Buysa bu deyiverin. Siz anlamazsanız bir yazının süslenmemiş halinin buğusunu, kokusunu peki kim anlasın editör? Kokulu yazılar yolladım size demiyorum, yanlış anlamayın ne olur. Ama belki içim koparcasına acıyarak ya da samimiyetimden şüphe etmeyerek yazdığım gerçek duyguların kötülüğünü neden matematik belirliyor sayın editör? Bunlar kolay olan kısmı değil midir?

Velhasıl-ı kelam, eşit değil okuduklarınız sayın editör, çünkü arkasındakiler eşit değil. Eşitsiz bir dünyanın, karar verici insanınsınız siz. Fabrikada, okulda, fırında, dolmuşta, banka kuyruğunda, yaptığı işin kolayına kaçan her zamane insanı gibi, bakıp bakıp geçiyorsunuz kâğıtlara, kötü yazılmış da olsa, siz de diğerleri gibi, önem vermiyorsunuz işte duygulara.

 26.03.2014

30 Mart 2014 Pazar

Berkin Elvan Çiçekleri

garibin hakkını aramaya
bir ömür adayayım diyorum
ama benim anam da bir gariban
kim adasın ona
benden başka
adını
canını
on beş yaşını

şimdi ona değil
birçoklarına adıyorum
kara kaşımı
çocuk yaşımı

12.03.2014
işyeri

Gezi Anneleri Belgeseli (Şafak Pavey)
http://www.vidivodo.com/video/gezi-anneleri-belgeseli-safak-pavey/1179092