29 Temmuz 2012 Pazar

Yol Meecoroları

Sevgili Blog,

Ay ne kadar çok oldu görüşmeyeli, nerelerdesin hayırsız?! İnsan bi arar bi sorar ya bi telefon kadar uzaktayız. Yani biz aramasak yüzünü göreceğimiz yok canım oldu mu şimdi yaa aaaa öööö..

Neyse, bu ilerizeka espirilerlerle dolu girişten de anlaşılacağı üzere yine yazar burada yazısına nası başlayacağını bilemiyor. Ah şu yazarların dilemmaları, sancılı yaratım süreçleri ve alttan ittirgeçli önden çektirgeçli çok oturgaçlı götürgeçleri.

Neyse gelelim olayımıza. Burada olayımız yine bir gezi sonrası akılda kalması gereken notların düşülmesi. Sevgili blog, inanmazsın hastalıklarla dolu da olsa, zorlu da olsa, bu en son gezi olayı bana nası iyi geldi bilemezsin. 

Karadeniz gezisi sırasında Temel fıkralarına konu olacak şekilde çeşitli olaylar yaşandı bitti saygısızca evet. Bunlarda Lazların komik ve atarlı yapısının etkisi büyük, Hemşinliler ise ayrı bi macero zaten. Bunları yazmıyorum bile. Ama bu maceralı süreçten çıkıp da, geri dönüş için uçağa bindiğimde geçecek 1 saatin tüm tatilin toplamından daha eğlenceli! olabileceği aklıma gelmezdi.

Şimdi şöyle bi genel açıklama yapayım. Türkiye'de ilginç bir durum var. İnsanların sosyo-ekonomik yapıları sosyo-kültürel yapılarını etkliyor haliyle. Bu durum da normal şartlar altında, yani eşit gelişimin mümkün kılınabildiği toplumdakilerin aksine, bizdeki gibi insanın tavrından, oturuşundan kalkışından, kıyafet seçiminden kişi ile ilgili çok fazla veriyi aynı anda alabilme imkanını veriyor. Şimdi gerzek gerzek " ay avrupalının kamyoncusu bile klasik müsik dinlo" demeye getirmiyorum lafı. Ama temel eğitim dediğimiz şey bazı gelişmiş ülkelerde bizden başarılı olmalı ki, insanın toplumla, insanın sanatla, insanın hayatla daha fazla bağı olduğundan belirli kalıpları daha zor yerleştiriyor belki de fiziksel olarak. 

Her neyse... Bekleme salonunda gezinirken gördüğüm akranım bi kız arkadaş, ilk bakışta abartılı makyajı, şıkıdım giyim tarzı ile bana bir markette kasiyer ya da bir mağazada satış görevlisi izlenimi uyandırmıştı. Sonradan ucakta ben koridor tarafındaki koltukta otururken bi baktım ki yanı başımdaki koltuk boş amma ve lakin cam kenarındaki koltukta ise bu ablamız oturmakta. Sonra anlayamadığım bir hızla daha uçak havalanmadan koyu bir muhabbete giriverdik. Daha doğrusu ben maruz kaldığım zorunlu monologu yer yer gereksiz kelamlarla diyaloga çevirmeye kalksam da, güzel ablamız, Rize'de başlayan çocukluk yıllarından, bugün nası bir yüksek eleiktrik elektronik mühendisi olduğuna ve Ankara'da önemli bir elektrik firmasında, önemli bir pozisyonda çalıştığına, işinde gerçekten ne kadar ehil olduğuna ve işini çok severek yaptığına geldi.  İlk şokumu orada atlatmıştım tabi, başından beri dış görünüşü sebebiyle ve bitmek tükenmek bilmeyen konuşma isteğiyle kafamda bambaşka kurguladığım arkadaş, okumuş etmiş, hatta üstüne tur bindirmiş bi insan çıkmıştı. Kendi çocukluk ve ilk gençlik maceraları bitmiş, sırada meraklı gözlerle beni inceleyip, ne iş yaptığımı, ne kadar maaş aldıgımı, bekar olup olmadıgımı, annemlerin neden benden başka çocuk düşünmediklerini -ki ben bunu sanırım annemlere hiç sormadım!- ve buna benzer onlarca soruyu peşi sıra soruverdi. Ben bu zaman zarfında normalde sıkıntıyla geçmesini beklediğim hosteslerin oksijen maskelerini tanıttıkları kısımların, ben daha ne oldugunu anlamadan bittigini fark ettim. Bu kızın çenesinden ölmeyip, uçak düştüğünde maskeyi takmayı beceremeyişim yine bu kızın çenesi yüzünden olsaydı ne komik olurdu. Cenazeye yine bu kız ve bir oksijen maskesi gelirdi belki ve annemlere "keske baska cocuk düşünseydiniz bak simdi boyle iyi mi oldu" derdi. kah kih koh.. Neyse...Hosteslerin ikram yapma vakti basladıgında, aldıgı sandviçi ve çayı ile soluksuz konusmasına bir mola verdigi zamanlarda , gözüm koridorun diger tarafında, hemen yanımda duran aileye çarpmıştı. Kızda oldugu gibi onlarda da görür görmez ilk yargılarımı oluşturmaya başlamıştım. On, on iki yaşlarındaki tombul erkek çocuğu ve üzerinde siyah kalın taç olan sarı röfleli saçının dip boyası gelmiş kırkbeşlerinde bi teyze ve kadroyu tamamlayan, olan bitenden habersiz, çocuğu ya da karısıyla hiç alakası olmayan şuursuz bir baba. Bu örnek gözüme direk adamın Karadenizli biri oldugu, tatil için ev hanımı olan karısını ve okulu tatile girmiş olan tombul oğlunu toplayıp annesigile zorla götüren baba profilini tamamlamıştı. Orucunu az önce simitle açtığını belirten kız arkadaş, çayı ve sandviçi de öylesine yediğini eklemişti bu gereksiz muhabbetimizin en gereksiz ayrıntısına. Bizim konuşmamız devam ederken, birden ön sıralarda bir hareketlilik oldugunu gördük, tüm uçak ön tarafa dogru bakmaya başladı. Ben koridor tarafında oldugum için olan biteni az buçuk görebiliyor ve meraktan ölmek üzere olan cam kenarı kız arkadaşıma durumu an be an aktarıyordum. Genç bir çocuk fenalaşmış, hosteslerden etrafına toplanmış, yere yatırmak suretiyle sanırım ilk yardım yapıyorlardı. Bu sırada karşı koridor ailesinden ev hanımı teyze bir hışımla olay yerine doğru ilerledi. Tüm gözler teyzedeydi. Yerde yatan genç çocuğun yanına gidip bişeyler yapmaya, hosteslere de direktifler vermeye kalktı. Bir süre orada durdu ve sonra geldi. Meraklı gözlerle tüm arka taraf yolcuları olarak ona döndük. Merak edilen o soruyu arka tarafın kahramana en yakın insanı olarak tüm cesaretimi toplayarak ben sordum. "Şey pardon, ne olmuş?". "Genç bi çocuk epilepsi nöbeti geçiriyor" dedi, "ilk yardımını yaptım, şimdi oksijen hazırlıyor arkada hostesler, onlar gelecek" dedi. Ev hanımı teyze, 80lerden kalma kalın tacının ona verdiği yetkiden çok daha fazla şey biliyordu sanki. "Siz doktor musunuz?" dedim. "Evet uzman doktorum" dedi. Şok şok şok. İkinci şokumu burada yaşamıştım. Bizim teyze doktor çıktı. Fütursuz kocasına çeşitli açıklamalar yapmaya başladı, belli ki kocası doktor değildi. Tabi benim bu konuşmalarımı duyan kız, hemen ne olduğunu benden öğrenmeye çalıştı. "Epilepsi nöbetiymiş" dedim. Manasızca baktı, "Sara yani sara hastasıymış çocuk" dedim az ama öz konuşan ne dediğini bilen kuul şehirli kadın imajımı koruyarak. Kız "soğan koklatsınlar iyi gelir" dedi bunun üzerine. İçimden ay neğadar cahalsin yea diyerek kızı küçümsemek geçse de , ama sonra sağdan soldan benim de kulağıma çalınmış olan bu soğan hikayesini belki bir canı kurtarmakta faydası olur diyerek doktor teyzemize sanki kendi fikrimmiş gibi hemmen yetiştirdim. "Soğan mı?! Yok daha neler?! Olmaz öyle saçma şeyler!" dedi beni küçümseyerek. Eh işte gücü gücüne yetene bu devirde tabi.. Sen ne anlarsın a be salak, bi de elalemin fantastik fikirlerini iletiyorsun sağa sola...Peh... Bozuntuya vermeden önüme döndüm ve kızın bitmek tükenmek bilmeyen muhabbetinin aslında ben ve benim gibi kendini bilmezlerin layığı olduğunu düşünerek devam ettim. Kız arkadaş kankam, Çamlıhemşin'deki HES'in amcasının şirketinin yaptığından bahsetti. Ben de şaşkınlıkla dinledim anlattıklarını. Az önce kendi memleketinin güzelliğini, yeşilliğini, deresinde raftingini öven kız, şimdi ise "tabi doğa falan da çok önemli ama işte hayat standartlarının da arttırılması gerek, yoksa biz de çok üzülüyoruz doğaya" dedi. Yüksek elektrik elektronik mühendisi olmasının teknik altyapısıyla da ne kadar karlı ve ne kadar hızlı para dönüşü olan bir sektör olduğundan bahsetti. Kendisi çok şey biliyordu besbelli. Ev hanımı teyze doktor çıkarsa, bu kız zaten uzaya uçmalıydı. Hem de ilk uçakla ama tek başına! Sonra konu anlamadığım bi şekilde evlendiğinde nerede oturacağı konusuna geldi. "Sözlümün şu anki işi çok iyi, o yüzden sözlümün iş durumuna göre belirleyeceğiz oturacağımız yeri" dedi. Yüksek mühendisten beklenmeyecek içtenlikte "sözlüm" diyordu ve bence sevdiği adam çok şanslıydı. Evlendiğinde ayağını bile yıkardı onun bu "sözlüsü". İnsanın hemen bir sözlü edinesi geldi ama yan tarafımdaki örnek babayı görünce bu hissiyatım çarçabuk geçti. Bir taraf musibetler bir taraf da nasihatlar köşesiydi sanki ve ben arafta kalmıştım. Aslında bu sözlüm muhabbetiyle kız kankam, en başından hissettiğim o insan profiline uygun olduğunu, sadece üzerine üniversite okumuş olduğunu bana gösterdi. Fakat teyze kankam beni çok şaşırtmıştı. Kendisi insanın dış görünüşü ile hakikaten gereksiz yere uğraştığının kanıtı gibiydi. Gördüğüm en kuul kadınlardan biri oldu.  Bohemin Türkiyelisi oydu. Kız kankamın ondan öğrenmesi gereken çok şey vardı. İnsanın mesleğinin gerçek kullanım yeri dışında hiç bir anlam ifade etmediği ve bir kadının da illa o kadar süslenerek güzel olmayacağı (bunu benim de bi düşünmem gerek!). Kadın doktor kankam gözümde çok değişmiş ve dünyanın en karizmatik, en güzel kadını olmuştu birden bire. Onu hiç unutmayacağım be blog! Yaşasın değişik kadınlar!


1 yorum:

  1. bu hikaye bana, 2002 yılının yaz ayında, kuğulu park civarında bir ofisin tadilatını yaptığım günleri anımsattı. uzun sakalların ve saçımla üstü başı boyalı, pis ve tiner kokusuyla öğle yemeği için bir şeyler almaya bir markete girmiştim. ben girer girmez herkezi rahatsız etmiş olacağım ki, dolaştığım raf aralarında görevliler tarafından takip ediliyordum. içlerinden "bela çıkarmdan gitse şu çocuk" dediklerini duyuyor gibiydim ama aldırmıyordum. kasaya yaklaşmışken yeşil zeytin almaya çalışan bir çift yabancıyla karşılaştım. dükkan sahibi topu topu yarım kilo zeytin vermesi gerektiğini anlayana kadar piknik tüpünde demlediğim çayın suyu bitecek ve ustadan azar yiyecektim. bu sebeple lise hazırlık ingilizcemle bir yardımda bulunmuştum ki markettekiler bir tinercinin nasıl olup da ingilizce konuştuğunu düşüne kalmışlardı.


    buna rağmen ben bile yargılarım benzer durumları ister istemez, ama artık biliyoruz ki bir pasaj akşamından kalma sohbetlerde, insan olmaya çalışmaktır esas olan davamız,ve davamızda haklıyız ayrıca kazanacağız.. sevgilerimle.. :)

    YanıtlaSil