6 Kasım 2011 Pazar

brokoli

Uzun zamandır yazmadığım aşikar. Sana yüzüm yok sayın boşluk. Ama olanlar ve olaylar, gelenler ve gidenlerdir sebeb-i ziyaret etmeyişimin.

O zaman bir Vikipedi'den arak bir tanımla başlayalım yazımıza.

Fraktal; Kendi kendini tekrar eden ama sonsuza kadar küçülen şekilleri, kendine benzer bir cisimde cismi oluşturan parçalar ya da bileşenler cismin bütününü inceler. Düzensiz ayrıntılar ya da desenler giderek küçülen ölçeklerde yinelenir ve tümüyle soyut nesnelerde sonsuza kadar sürebilir; tam tersi de her parçanın her bir parçası büyütüldüğünde, gene cismin bütününe benzemesi olayıdır.


Yani bir nevi içiçe evrenleri kastediyor. Dışarıdan büyük parçasına baktığımızda kusurlu yeri olan bir şeyi, küçük eşit parçalara böldüğümüzde de aynı şekilde kusurlu parçaları olacağını ve bunun sonsuza gideceğini söylüyor aslında pek muhterem Benoit Mandelbrot efendi.

Biçimle özün içiçe girdiği oyunlar için fraktal yapısı geçerli. Ama doğadaki birçok şeye bakılınca da fraktallar her bi yerde. "Pi" diye bi film vardı ve yamulmuyorsam bununla ilgili bişiler de anlatıodu. Ama daha çok altın oran falan bişilerden bahsediyodu. Allam ya bilmediğin, hatırlamadığın şey hakkında nası da atıp tutuyosun evladım otur sıfır!

Şimdi bu ayrı bi yerimizde dursun, günlük hayatımıza dönelim. Timsah'ı yeniden oynayacağız. Hem Ankara'da hem Istanbul'da. Aldığımız eleştiriler doğrultusunda değiştirme fırsatımız olmadı bikaç yeri. Ama buraya not düşmek için ben yazayım, tarihte bi yeri olsun sayın blog. Ivan'ın sistemin adamı oluşu komedi öğesinin altında ezildiği için yeterli çatışma yaratılamıyor, bu sebeple de bu vahşi olayının vehameti yeterince verilemiyor, komedinin altında yitip gidiyor dendi. Bu çok haklı bi eleştiri. Ivan'ın
durduğu yer, seyircinin en çok tutunacağı kısım olacağından, bu karakterin kabare karakterinden öte daha ayakları yere basan bir karakter olması gerekmektedir.

Diğer taraftan Biedermann ve Kundakçıları aldı başını gidiyor sayın seyirciler. Gelişmeler bayramdan sonra...

13 Eylül 2011 Salı

gün bugündür


Bugün özel bir gün evet. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Tarihi, Kuramı ve Eleştirisi Yüksek Lisans programında Dramaturgi derslerine dışarıdan girmeye başlayacağımın belli olduğu gün bugündür. 13 Eylül Gizem'in tiyatro sevgisinin düşman işgalinden kurtuluşu. Bunun benim için önemini, sanırım beni bir tek çok yakından tanıyanlar anlayacaktır. Yani yekünde bir ya da en fazla iki kişi. Neyse olay anlaşılmamak değil, olay ruhun tazelenmesi. Yoksa anlaşılamamak konusunda yeterince deneyime sahibiz vesselam. Bu toprakların bıyıkları yeni terlemiş ergenleriyiz, isyanımız büyük.

Yeni bir adamla tanışıyorum. Az kaldı. Şimdiden heyecanlandım. Çocuk gibi, yeni bir aşık gibi... Eskiden bildiğim biri o. Yaşadıklarını hep kolay anladığım, içselleştirdiğim. Ama kasvetinin yoğun konsantrasyon istediği, dertlerinin hep "gerçek" dertler olduğu. Ne yapmacık, ne sahtekar duygusal. Olduğu gibi bi adam o biliyorum. Bildiklerim kısıtlı onunla ilgili henüz. Ama öğreniyorum. Aslına bakarsan onun kafasından korkuyorum. Onun gibi olmaktan, onu gereğinden fazla derinleştirmekten. Onun gibi olmadan onu anlamak istiyorum. Şimdiye kadar yaptığım gibi. Hep bir üçüncü yol arayışlarımdaki gibi. O ise çok net ve de çok sert. Bana kafayı yedirteceği besbelli. Ama olsun, ben onu o her haliyle kabul ediyorum. Ah bi bilsen Jean Genet, seni şimdiden seviyorum!

11 Ağustos 2011 Perşembe

ilgisiz

Şimdi tiyatroya yaz molası verince, tiyatro için açılan blog da böyle mal gibi ortada kalıyor afedersin. Halbuki yazacak çok şey vardı. Timsahla ilgili tek kelam etmemişim, onca eleştirilerim, kavgalarımın hiç bi tanesini şuraya not düşmemişim. 16 Eylül'deki oyun performansından sonra yazıcam, söz veriyorum blog sana. A ha da buraya yazıyorum, yazdım.


21 Temmuz 2011 Perşembe

Anadolu içimizde içimizde


Anadolu'yu vermeyelim. Onu gezelim. En azından onu sevelim. Ordan oraya salınalım. HESler yapılmadan Artvin'i görelim, Hopa'ya gidelim. Ordan dönüp İzmir'de denize girelim. Dersim'e gidelim. Kırklareli'nde rakı içelim. Gidilmedik yer kalmasın. Yaralar kapansın. Anadolu sadece bir kültür mozaiği olmasın. Biz mozaik olalım. Onlar biz, biz onlar olalım. Bir Roman kadar oynak, bir Kürt kadar delikanlı, Bir Türk kadar neşeli, bir Rum kadar sevecen, bir Arap kadar geniş ve ferah, bir Laz kadar komik, bir o ve bir bu ve bir şu olalım. Ama Anadolu'yu vermeyelim. Hiç bişeye inancı kalmayanlar en azından Anadolu'ya inansın. Kendi memleketimizde turist değil, gezgin olalım. Mutluluğu birinin kollarında değil, bu toprakların üzerinde arayalım.

http://www.youtube.com/watch?v=fOcp4CApCr0


10 Temmuz 2011 Pazar

Yeni başlık

Oyunnotları blogumu çeşitli sebeplerden ötürü buraya taşımam gerekti. Özgür bir basın için öncelikle.

Bundan sonra tiyatro yazılarıma buradan devam edeceğim. Aslında bunu taşımayı düşünürken tiyatro dışında başka bişeyler de yazarım diyordum ara sıra bazı bazı. Sonra baktım hakikaten tiyatrodan başka yazmaya değer bir şey göremedim. İnsan her şeyini herkesle paylaşmamalı dedim sonra kendime. Kendime başka şeyler de dedim. Sonra ne diyon ya dedim, kak kız çay demle dedim kendime. İyi geldi. Demirler azaldı çayla ama kafalar daha güzel oldu. Her şeyin sırrı çayda.

31 Mayıs 2011 Salı

Tiyatroya güzelleme


Vala Thorsdottir

Tarihe bir not düşelim. Dario Fo ve Franca Rame’nin yıllarca asistanlığı yapmış olan tiyatro oyuncusu, yazarı ve yönetmeni Vala Thorsdottır, DAO’nun davetiyle Ankara’ya geldi. Monolog ve komedi oyunculuğu başlığı altında üç gün süren bir atölye çalışmasını yönetti. Atölye çalışmasının ayrıntılarını da ayrıca yazıcam buraya. Gerçi bir çoğu benim de şimdiye kadar eğitmenliği yaptığım çalışmalardakilere benzer çalışmalardı. Fakat ufak tefek teknik detaylar ve ufuk açıcı yöntemler, bu atölyeyi bambaşka kıldı. Şimdilik bunlara değinmeyeceğim. Değineceğim şey Vala’nın kendi karakteri ve bunun bizim ekibe ve kendime yansımaları…

Vala, kendi hayat hikayesinden yola çıkarak tam manasıyla “feleğin çemberinden geçmiş” bir kadın. Tabi bu tabir bizim topraklarda alt metinde başka manalara geliyor. Benimse burada kastettiğim farklı. İlginç yaşam öyküsünün, acılarının, kalp kırıklıklarının, sevdiklerini kaybetmelerin ve benzeri birçok uç yaşam örneklerinin; bir insanın “insan” olmasını, bir insanın hayattan her şeye rağmen vazgeçmemesini, hayatı bambaşka algılama ve yorumlama kabiliyetini nasıl bu kadar doğru yönde etkileyebilir aklım almıyor. Belki burada Avrupalı olmasının bir etkisi vardı. Çünkü kendisi eğer Türkiye’de yaşamış biri olmuş olsaydı, benim artık başlığını bile okumaya yüreğimin kaldırmadığı üçüncü sayfa haberlerine çoktan konu olmuş ve unutulmuştu. Burada işte bariz bir şekilde ülkeler arası farklılık gündeme geliyor. Bu durum da bizi – Vala her ne kadar buna kızsa da- yine “sistem”e getiriyor. “You are all individuals” dedi. Bunu çok düşündüm gerçekten. Avrupalı sosyalistlerin böyle bir havası var hep, Avrupa solunun genel çizgisi bu sanırım. Düşünmeden geçmeyelim. Gerçekten hepimiz individual mıyız yani? Hatta Dario Fo’nun bir kadın öyküsünden de örnek verdi. Kadının biri fahişeliğe nasıl başladığını anlatıyor, küçük yaşta tecavüze uğradığından bahsediyor. Bunun üzerine çevresindekiler sürekli ona “ah şu sistem, vah şu sistem işte, tüh tüh” ediyorlar. Kadın da “sürekli sistem sistem diyorsunuz, e öyleyse beni orda sken de sistemdi!” diyor. İlginç bi yaklaşım gerçekten. Kendimize dönüp baktığımızda, toplumun yansımalarını göremeyecek miyiz bu durumda? Yani yaptıklarımızın hepsi ya gerçekten sadece “kendi” seçimlerimizse? Buna ihtimal vermek istemiyorum aslında. Hatta öyle olmadığını da, insanın çevresiyle var olduğunu da hem kendimden hem çevremden çok iyi biliyorum. Ama Vala’nın bana düşündürttüğü şey, yanlışlar gördüğümüzde hep “beni şu bu bu hale getirdi” ya da “ ben şu sebepten böyle yaptım”. Aslında yoksa yapasımız mı varmış? Yoksa tüm kadın programları yalan mı yani? Of. Burada kesiyorum.

Gelelim Vala’nın enerjisine. Hiç beklenmedik zamanda, en kötü anında, birden bire enerjisiyle, neşesiyle karşınıza çıkan ve sizi kendi çemberinizden çıkarıp “aslında bak başka bir dünya da var” diyen, siz gidip gelinmiş onca yoldan sonra tam da “hayatıma geri döndüğümde tekrar nasıl nefes alıcam”, “tekrar uzun bir manzaraya nası iç geçirerek bakıcam” derken, neşesiyle ama bu neşesinin de vermiş olduğu tuhaf bir olgunlukla karşınıza çıkan insanları seviyorum, gerçekten seviyorum. Yeniden yaşadığını hissetmek böyle bir şey…İşte Vala da öyle. Vala’nın gelişiyle hayatımda çok şey değişti, yani hem kendisi hem sebep oldukları çok farklı bir dünya sundu bana.

Bütün bunların yanı sıra herkesin hayatında boktan giden şeylerin belki de o kadar kafaya takılmayacak şeyler olduğunu gösterdi bize. Harun’un deyimiyle “tiyatronun eğlenceli bişey olduğunu hatırlattı”. Gerçi burada çok objektif olamayacağım belki, ama bana zaten hep eğlenceliydi tiyatro. Buradaki “eğlence”den bildiğimiz manada hoppidi hoppidi eğlenceyi kastetmiyorum tabii ki. Bir üretim sürecinde olmak, bişeyler düşünmek, insanları anlamak, insanları sevmek, insanları bişeylere zorlamak, hep birlikte gülmek, hep birlikte üzülmek vs vs… Bunların hepsi benim için bir tiyatro ve ben bunları yaparken hep “eğleniyorum”. Tüm çektirdiği sıkıntılara, tüm baskıya, bedensel ve psikolojik zorluklara rağmen tiyatroya olan sevgimi istesem de yitiremiyorum. Ne tür bir manyaklık bu bilmiyorum. Benim hissettiklerim aslında tiyatro vasıtasıyla “hayata bakmak” oluyor. Hep güleryüzle hayata bakmak, hep tiyatro isteğimi besliyor. Ekip içinde herkesin dertli olduğu konular, tüm ayrılıklar, boşanmalar, yıpranmalar, olmamışlıklar, anlaşılmamışlıklar, içini dökememişlikler birikiyor birikiyor ve patlamasını yine tiyatro üzerinden yapıyor. Ne mutlu! Hey gidi Polyanna ben. Yazılarımın duyarlılığı gittikçe hürriyet.com okuyucu yorumlarına dönmeden burada keseyim. Bu geçici olduğunu bildiğim mutlulukla burada satırlarıma son vereyim.

15 Ocak 2011 Cumartesi

Rab Şeytana Dedi Ki


Hay Rab şeytana demez olaydı... Evet yine bir DT oyunuyla karşı karşıyayız sayın seyirciler. Bana DT'nin bir oyunu mu bu diyesim geliyor.

Neyse başlayalım. Evet efendim yıllar sonra Akün Sahnesi'nde bir oyun izleme heyecanıyla yine oturduk güzel koltuklarımıza. Akün Sahnesi'ni süzdük baştan başa. Yanlış hatırlamıyorsam Akün Sahnesi'nin ben küçükken balkon kısmı vardı. Şimdi burayı aşağı ile birleştirmişler. Fakat yine oturmak için bir kat üstten girebiliyorsun. Yani kısacası balkonun önündeki duvarı kaldırmışlar. Bu yeni oturum şekli benim gözüme çok güzel göründü. Yani ÇATLAK'ın deyimiyle "ben bunu mükkemmel bulduuum". Bu güzel sahnede oyun da canlı müzikle - üstelik Blues- başlayınca vay anasını sayın seyirciler dedim kendi kendime, çok süper bir oyun izleyeceğiz. Şeytan rolündeki Durukan Ordu'nun giriş performansı, ilginç ve kullanışlı dekoru da heyecanımı gittikçe arttırdı. Sonra tek tek karakterleri tanımaya başladık. Elindeki tüm nimetleri alınmış olan ama yine de Rabb'ine karşı gelmeyen Eyüp ve karısını bi yanda, Eyüp'ün tersine Tanrısı'na karşı gelmiş olan ve sürekli olarak dağdan düşen bir kayayı dağın tepesine geri taşıma cezasına çarptırılmış mitolojik kahraman Sysphos ise bi yandaydı. Şeytan ise Tanrı ile iddiaya tutuşmuş ve Eyüp'ü Rabbi'ne karşı gelmesine, Sysphos'un da Tanrısı Zeus'tan özür dileyip kaya taşıma cezasından vazgeçtirmeye çalışıyordu. Oyunun bu dini ve mitolojik iki karakteri aynı anda, kıyaslamalı olarak sahnede göstermesi, daha doğrusu bunun bir oyun metni olması çok çekici gelmişti bana. Ama ah keşke rejisi de bu oyunu kotarılabilseydi çok iyi olurdu. Neden olmadılara bir göz atarsak eger; şeytan performansının çok iyi olmasına rağmen monologlarının arasında manasız boşluklar olması ve bu sebeple oyunun düşmesi, seyirci ile karakter tanıştırmasını dansla yapmak isteyip de dansların pek çalışılmamış olması ve sürekli aynı şarkıların ve dolayısıyla dansların kendini tekrar etmesi, iki öykü arasındaki bağıntının tam anlatılamaması, oyun sonundaki"Eyüp mü Sysphos mu?" adlı o süperşön ilkokul şarkısı of.. Of ki ne of..

Şimdi tiyatroda çok ilginç bir enerji -ya da belki de bir sinerji- var. Bu enerjiyi yakalamak için her zaman çok da "dolu" oyunlar olması gerekmiyor. Samimiyetini ve doğallığını (biçimsel doğallıktan bahsetmiyorum) kaybetmeyen oyunlar, dünyanın en saçma konusuna sahip olsa bile, bu samimiyetinden ötürü izlenebiliyorlar. Bir de dışardan ilk bakışta "dolu" gözüküp de aslında bir şey anlatmayan ya da ne anlattığını bilmeyen oyunlar var. İşte Rab Şeytana Dedi ki maalesef bu ikinci gruba giren oyunlardan biri. Oyunun rejisi bu gereken samimiyeti; sahnelemesini farklı yaparak (başta bahsettiğim canlı müzik, değişik dekor, seyirci ile diyalog v.s) verebileceğini düşünmüş. Ama yanılmış. İki hikayeyi birbirinin tersi gibi düşünmüş ve seyirciye siz karar verin demiş. Fakat iki hikaye manasal olarak birbirine pek ters değil. Yani bize sorduğu "Eyüp mü Sysphos mu?" sorusuna e hiçbiri diyerek yanıt vermemiz mümkün. Oyunun sonunda bir tek şunun dendiği net olarak anlaşılıyor "kendi bildiğinizi yapın". İyi bakalım yapalım diyoruz. Gerçi bu çıkarımlar metinden kaynaklı sanırım, ama evvela da bahsettiğim gibi reji de oyunun açıklarını kapatamamış ne yazık ki... Yine de emeğe ve ustalara saygı sebebiyle oyunculukların bize laf düşmeyecek kadar çok iyi olduğunu belirtmeden de geçmeyelim. Oyunculuklar demişken de Sysphos rolündeki Sinan Pekinton'un "ne işim var yea benim bu oyunda" dermişcesine oynayışı oyunun izlemesi en keyifli kısmıydı. Gerçek bir Sysphos'tan da bu beklendirdi.

2 Ocak 2011 Pazar

Kerbela


Evet Ankara DT'nin Kerbela oyununu gördük geçenlerde. Oyun çok tartışılan yönetmenlerden Ayşe Emel Mesci'nin yönetiminde. Daha önceden Güngör Dilmen'in "Kurban" oyunuyla yurtdışında aldığı ödüllerle duymuştum adını fakat herhangi bir oyununu izleme şansına sahip olamamıştım. Anladığım kadarıyla yönetmenimiz tragedyalardan hoşlanıyor ve bunları farklı bir üslupla sahnelemeyi seviyor. Diğer oyunlarını bilemem ama Kerbela tragedyasını sahneleme biçiminde, oyunu dinsel öğelerinden ayırıp daha "batı"lı bir üslupla sergileme isteği görülüyor. Bunu klasik müzik parçaları, modern dans koreografileri ve aryalardan anlayabiliyoruz. Kerbela olayının dünyanın sayılı vahşetlerinden biri olduğu düşünülünce oyunu daha geniş bir perspektiften sunma isteği bana mantıklı görünüyor. Bunun için oyunda birkaç tanesi haricinde semah ve Alevi türküleri pek yer almıyor. Aslında daha fazla Alevi semahları ve türküleri yer alsaydı oyunun çok daha coşkulu olabileceği öngörülebiliyor. Ama yönetmen bu yolu seçmemiş. Bunda oyunu izleyen her kesime Kerbela olayının ehemmiyetini anlatma çabası olduğunu düşünüyorum. Bu işte bir reji yorumu oluyor. Yani daha fazla Alevilik öğretisi içerseydi başka türlü bir oyun, bu şekilde batılı yorumlanmış hali ile de bambaşka bir oyun olmuş oluyor. Bize de her söyleşimizde sorulan "e neden böyle böyle yapmadınız ki?" şeklindeki soruyu mantıksızlığı sebebiyle ben burda yönetmene sormuyorum. Çünkü bunun adı bu noktada bir "tercih" oluyor. Bu yüzden yönetmenin tercihleri üzerinden ancak yoruma devam edebiliyoruz.

Oyunu aslında temelde iki bölüme ayırabiliriz. Dans koreografili ve şarkılı kısımlar ile diğer kısımlar. Bunları sırayla geldiği için bu şekilde bölmedim. İki kısım arasında gerçekten anlatım biçimi ve bunların seyirciye geçmesi açısından uçurum kadar fark olduğu için bu şekilde böldüm. Danslı ve şarkılı kısımlar bir oyuncunun sahneye çıkıp on beş dakika tirad atması ya da kişilerin manasız diyaloglarından çok fazla şey anlatıyor bize. Estetik duygumuzu gerçekten geliştirdiği kanaatindeyim. Oyundaki klasik müzik öğeleri ve danslar gerçekten kusursuz. Küçük çaplı bir opera ve modern dans gösterisi izliyoruz. Üzerine çok çalışılmış ve çok düşünülmüş. Ama bu danslı ve şarkılı kısımlardan arda kalan yerler seyirci için gerçekten bir noktadan sonra bir eziyet oluyor. Olayın çok çok başından anlatılıp sıkmasını mı söyleyeyim, kötü karakterlerin çizgi filmdeymişcesine öcü gibi olmasını mı diyeyim, neden bu kadar uzatıldığını anlayamadığım sahneleri mi söyleyeyim... Bunun gibi birçok anlamsız yer, oyunun maalesef başta bahsettiğim danslı ve şarkılı kısmına gölge düşürüyor. Sadece modern dans gösterisi olsaydı daha çok şey katardı seyirciye gibime geliyor.

Tam bir Alevi olmayıp Alevilik'e yakın bir insan olarak şunu düşünüyorum ki bu oyun gerçek Aleviler açısından da pek iç açıcı olmayacaktır. Çünkü Kerbela olayındaki "insanların susuz bırakılma" vahşeti çok kısa geçilmiş, tarihi karakterler ve onların günlük hayatı çok daha fazla anlatılmış. Toplu şekilde insanların çölün ortasında susuz bırakılması gerçekten insanlıktan çıkmanın son noktasıdır. Ama bu çok çok kısa geçilmiş. E hani nerde Kerbela dedim orda kendi kendime. Ayrıca yüzyıllardır dilden dile anlatılan bu olayda Hz. Hüseyin'in neden direnişin sembolü olduğu, neye direndiği tam verilememiş. Sanki inatçı bir adam varmış da Yezid'e biat etmem allah etmem diyormuş. Bu noktada sahneye gelen Alevi dedesinin dedikleri biraz aydınlattı bizi de azıcık anladık. Hz. Hüseyin'e direnmesi gerektiği, burdaki ölümünün gelecekteki insanlar için bir umut kaynağı olacağını söylemeseydi gerçekten iyice gümbürtüye gidecekti. Gerçi hala da kafamda net değil ama "şöyle şöyle demek istediler heralde" deyip kendimce anlamaya çalışıyorum. Hala fanatiklerinin olduğu, insanların kalbine işleyen bu acı olayın dilden dile bunca sene gelme sebebi böyle olamaz, biraz suya sabuna dokunmadan geçilmiş buralar diyorum.Bu yüzden gerçek Aleviler'i de mutlu etmeyecektir bence. Gerçi seyircinin her Hz.Ali kılıcı gördüğü sahnede ve finalde Hz. Hüseyin'in ölüm sahnesinde kendini parçalarca alkışladığı, çoğu sahneyi alkışlarla kestiği gerçeği de var. Ama ben bunu yıllardır hikayeleri anlatılmayan, inançlarına saygı duyulmayan ve hor görülen bu insanların, böyle "Devlet" çatısı altında ilk kez kendilerinden bir şeyler gördüklerindeki heyecanına bağlıyorum. İşte bu durum da beni duygulandırıyor. Tüm Christmas kavramlarını bilip, Noel ağacı altında yılbaşı kutlayan fakat bir Alevi türküsü ya da semahı görünce içten içe gıcık ve rahatsız olan, "gavur" dediği Hıristiyanlar'a saygı duyan ama kendi içinden, yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan inancı farklı diye haklarında olur olmaz saçma sapan hikayeler uyduran büyük bir güruh içinde yaşamak ve ancak sene 2010'da bir tiyatro oyunuyla hikayeleri anlatılan insanların içlerinde biriktirdiği bu acıyı görmek beni gerçekten çok duygulandırıyor. Bu yüzden bu gereksiz uzatılmış ve sıkıcı oyunda sahnede olanlardan çok izleyen insanların heyecanını görmek çok daha önemli oluyor benim için. Onlarla birlikte bu vahşeti 1330'uncu yılında hatırlıyor, Maraş 1978 ve Sıvas 1993'teki kerbelaları da içimiz yanarak, aradaki 1300 yıl hiç geçmemişcesine üzülerek anıyoruz.