7 Ekim 2013 Pazartesi

Gençler

Eski yazıları tek yerde toplasam iyi olur dedim. Yayınlananlardan birkaç tanesini arşivlemek amacıyla ekliyorum.

Kaynak site;
http://www.genclerbirligi.org.tr/lutfen-ayaga-kalkar-misiniz/

Mahalle Baskısı Dergisi

18 Ocak 2013




Lütfen Ayağa Kalkar mısınız?


20 Ağustos günü, 2012-2013 sezonunun ilk maçında Antalyaspor karşısındaydık. 3-1′lik galibiyetimizle biten ve lige umutla başlamamızı sağlayan o maçta, maraton tribünününde birçok yeni destekçimiz kırmızı siyahlı renklerle ilk kez tanıştı. Sezon öncesi kulübümüz tarihinde rekor sayıda Ankaralı ile buluşan Gençlerbirliği kombine kartlarından biri de o gün Gizem Gürer’de idi. Mesleği endüstri mühendisliği olan Gizem hanım, o günden sonra iç saha maçlarımızın hiç birini kaçırmamış. Tribünde bizleri yalnız bırakmayıp izlenimlerini paylaştığı için teşekkür ederiz.
LÜTFEN AYAĞA KALKAR MISINIZ?
Stadın Gençlik Parkı karşısındaki kapısından girdiğimde, gözümde güneş gözlüklerim, sırtımda çantam, altımda şortum (bir kadının maça şortla gitmesi cesaret ister dediler!), 19 Mayıs kompleksinin içinde ilerlemeye başladım. Hayatımda ilk kez edindiğim kombinemin bana verdiği yetkiye dayanarak, artık içimde yıllardır zincire vurulmuş ayarsız holigan Prometheus’un dışarı çıkma vakti gelmişti. Sonuçta taraftarlık müessesesi büyüklerimizden gördüğümüz kadarıyla kutsal bir müessesseydi ve içimizdeki bu ateş, azim ve hırs ile bu yolda hızla ilerlemek gerekiyordu! Ben de işte bu inançla ilk gördüğüm yeşil alana doğru kendinden emin adımlarla ilerledim. Her ne kadar arkadaş hatırı ile başlasa da bu maceram, ben de bu “saadet” zincirine katılmış, benimle birlikte bir sürü kişinin kombine almasına aracı olmanın haklı gururunu taşıyordum omuzlarımda. Nerde tezahürat edilip, hangi pozisyonlarda ayağa kalkıldığı gibi kritik noktaları bir an evvel öğrenmem gerektiği için hemen diğerlerini bulmam gerekiyordu. Zaten geç kalarak, kendi arkadaşlarımdan kurmuş olduğum mini seyirci takımıma rezil olmuş, maça 1-0 yenik başlamıştım bile! (bknz: futbol terimleri lütfen). İlerledikçe uzakta maç yapan insanları gördüm ve doğru yeri bu kadar kolay bulmanın sevinci ile yeşil alana doğru ilerledim. Ankara’daki stadların futbol severleri pek memnun etmediğini biliyordum ama bu kadar küçük olması garibime gitti. Sonra birden içimde, “işte Anadolu takımlarının içler acısı hali” diye benim gibi futbola çok uzak birinin bile nerden duyup da içselleştirdiğini anlamadığım o masum kırgınlığı hissettim. Stad çok küçüktü, hatta bizim işyerinin halı sahasının hallicesiydi. Televizyonlar sahaları da mı beş kilo fazla gösteriyordu? İşte ben tam bunları düşünürken (aslında sadece aval aval bakınıyordum), birden arkamı döndüm ve koskocaman bir devle karşılaştım. Dakikalardır saf saf tel örgülerin arkasından maçı izlediğim yer gerçekten bir çeşit halı sahaymış ve asıl stad tam da arkamda duruyormuş. Stadın upuzun kolonlarına öylece bakakaldım. Çünkü çok büyüktü. Hayatımda hiç böyle bi stada gitmemiştim. Ben zaten hayatımda bi kere maça gitmiştim, o da 6 yaşındayken babamla gittiğim  –şu tesadüfe bakın ki-  Gençlerbirliği- Sarıyer maçıydı. Ama o maç Cebeci stadındaydı ve Cebeci stadı da üzerine ayrıca bir yazı yazılacak güzellikte bir stattı.
Burası ne kadar eski bi yerdi acaba? Kaç yaşındaydı bu stad? Bir sürü kapısı vardı, ben hangisinden girecektim? Aldığım kombine “Maraton” kombinesiydi, bunun bir de “Kapalı” ve “Kale Arkası” olanları vardı. Maraton neydi acaba? Atletizmle mi ilgiliydi? “Kapalı” gerçekten kapalı mıydı? Acaba kışın soğuklar başlayınca bizi oraya mı alacaklardı? İçlerinden bir tek “Kale Arkası” anlaşılırdı benim için, o da herhâlde kale arkasındaydı. Bir keresinde Ankara’ya iş için gelmiş bi İngiliz arkadaşımı dışarı yemeğe götürmüştüm. O esnada televizyondaki maça bakıp duyduğu “Aut! Korner! Penaltı! Taç! Gol!” terimleri üzerine “Gizem, sanırım ben Türkçe biliyorum” demişti gülerek. Belki o gelse bilirdi bu maratonu. Ama ben bilmiyordum. Babam gibi bir futbol fanatiği ile yaşayıp da futbola merak sarmamak da ilginçti aslında. Gerçi babam da herhalde en son Gençlerbirliği-Sarıyer maçına gitmişti benim gibi. Uzaktan taraftar olan tüm diğer dört büyükçüler gibi… Buraya babamı da getirmeliyim diye düşündüm. Çünkü burası hep o yaşamayı sıklıkla hayal ettiğim Ankara’nın 70leri, 80leri gibiydi sanki. Çok sonraları merak edip internetten öğrendiğim kadarıyla 1930larda ödüllü bir proje ile yapılmıştı burası. Düşündüğümün aksine o kadar da genç değildi bu sevgili bina. Ama ruhu gençti. Lüksten uzak duran ama zevk sahibi insanların yaşadığı o eski Ankaralıların mekanıydı sanki. Bu stadla ilgili bir sürü duygusal şey yazılabilirdi belki de… Ama bir “erkek sporu” olan futbolda doğası gereği duygusallığa yer yoktu ve hakem başlama düdüğünü çoktan çalmıştı! (terimler öğreniyorum)
“Maraton”un 11 no’lu kapısından içeri girdiğimde herkes maça inanılmaz konsantreydi ve gözünü sahadan ayırmıyordu. Ama ben bir süre tribünlerdeki insanlara bakmaktan maça konsantre olamadım. Babasının omzundaki küçük çocuklardan tutun da sürekli tepinip eğlenen liseli gençler, heyecanla oturduğu yerden maçı izleyen her yaştan kadınlar, erkekler, işportacılar, sucular, çekirdekçi amcalar, aa lise arkadaşlarım, aa orda da ortaokul arkadaşlarım, e şurdakiler de bizim işyerindekiler derken bir baktım benim tüm Ankara maçta. Bir ben gelmemişim, gelmişim de daha doğrusu biraz geç kalmışım, yaklaşık yirmi sene kadar…
Sonra birden maçta önemli bi an oldu ve Gençler taraftarı hep bir ağızdan “Lütfen ayağa kalkar mısınız!” diye bağırmaya başladı. Lütfen derken? Tabi kalkarız ne demek aman efendim asıl siz şöyle buyurunuz diyesim geldi. Dalga geçiyora pek benzemiyorlardı. Sanırım bu Gençler taraftarının bir tezahüratıydı. Bunları da bir bir öğrenmem gerekiyordu. Aralardan geçen bir çekirdekçi amca gözümden kaçmıyordu. Amca maçta önemli bir pozisyon olduğunda bir elinde kese kağıdı, bir elinde içi çekirdek dolu mini çay bardağı, öylece donmuş şekilde pür dikkat sahaya bakıyordu. O an havaya doğru uzattığın 1TL ve sen hayattaki en anlamsız fotoğrafı veriyordunuz birlikte. Çünkü çekirdekçi amca pozisyon nihayete ermeden asla sana bakmaz, hele o çekirdeği asla sana vermezdi. Sen o ara tüm çekirdekleri alıp kaçsan farkına bile varmazdı. Bir kolunun altında çekirdek çuvalı, bir elinde de mini çay bardağı olan bu fütursuz adam tam bir futbol aşığıydı. İçinde bulunduğum şaşırtıcı durum beni de heyecanlandırmıştı. Burası sanki farklıydı. Yani televizyonda ya da AVMlerde  gördüğüm çılgınlar gibi futbol kulübü mağazalarından alışveriş eden diğer gözü dönmüş taraftarlar gibi değildi buradakiler. Televizyonda gördüklerim daha çok, hani çok paralı adamlar atıyorum Hawaii’ye tatile gider de oranın yerel nesi varsa şuursuzca üzerine geçirir ya, çiçekli gömlekler, boyunlarında çiçekler, şapkalar, hah işte o adamların burada, televizyonda adına futbol taraftarı denen yansıması gibiydiler. Onların bağırması şuna benziyordu bi bakıma “Ta Hawaii’ye gidip o kadar para verdim, bir sürü çiçekli gömlek aldım, o zaman en büyük Hawaii başka büyük yok!” demek gibi bişeydi. Ama Gençlerbirliği maçındakiler için öyle değildi sanki bu durum. En büyük Hawaii değildi çünkü birbirleri ile aralarındaki tek bağ hep bu kentin insanı olmak, ortak bir belleğin parçası olmaktı. Belki de Ulus Baker’in dediği gibi futbol da sanat gibi bir yaratıcılık alanıydı. Bunu şimdiye kadar hiç fark etmemiştim gerçekten. Maratonda bunu iliklerime kadar hissettim.
Maçın bazı anlarında duraklamalar oluyor ve futbolcular giriyor, futbolcular çıkıyor, herkes sahada bir yerlere koşuşturuyordu. İşte böyle anlarda ya da gol olduğunda hoparlörlerden şarkılar yükselmeye başlıyordu. Televizyondaki izlenen diğer maçlarda gözlemlediğim şey , böyle ara zamanlarda ya kulübün resmi şarkısının çalındığı ya da o zamanın meşhur popçularının tırıvırı şarkılarının çalındığıydı. Zaten günümüz Pop müziği de tam bu anlatmak istediğim futbol taraftarı klişelerine cuk oturuyordu. Fakat Gençler maçında çalan Manu chao ve New Model Army’yi ya da gençlerin yeni gözdesi  Ais Ezhel’i ancak iyi bir alternatif mekanda, yine çalınan Oğuz Yılmaz ya da Çubuklu Yaşar şarkılarını da yine işinin ehli emektar yerel Ankara müzisyenlerinden dinleyebilirdiniz. Bu kombinasyon bile, işi “etiket”ten çok “öz”e yaklaştırıyordu. Müzik seçimleri yaşanan atmosferin en büyük destekçisiydi belki de… Maça gelen 50 yaşındaki Ulus esnafı amcanın bir Manu Chao’dan haberi olmadığı gibi, “modern kentli elit sosyetik” bizleri de, hep neden olduğunu anlayamadığım, bi köşeye atılmış olan yerel Ankara oyun havaları ile tanıştırıyordu. Aslında müzikteki bu hassasiyet, ortadaki samimiyetin bir anahtarı, bir özeti gibiydi.
Şimdiye kadar futbola karşı olan antipatim, belki de kendimle bir ortaklık kuramamış olduğumdandı. Yani çok para dönen, kaba saba adamların bağırıp çağırdığı, gereksiz olduğunu düşündüğüm bir mecraydı benim için.  Karşımda kocaman bir yeşil saha vardı, yanımda ise dans eden, tepinen, bağıran ama küfretmeyen, sevinen ama şımarmayan onlarca tanımadığım ama garip bi şekilde yakınlık duyduğum binlerce insan. İçimde de tarif edemediğim bir heyecan ve bir sevinç… Maç esnasında tribünlerdeki binlerce insanın gözü aynı noktadaydı ve sanki tüm enerjiler o noktada toplanıyordu. Belki de kişisel gelişim kurslarındaki zımbırtıların işe yarayabileceği tek yer sahalardı. Odaklan! Enerjiyi avcunda hisset! Nefes aaaal! Fırlat! Nefes Al! Fırlat! Yok yok, olmadı. En iyisi mi kişisel gelişim kurslarına gitmek yerine, insanlar maçlara gelmeliydi. Zaten insan nasıl “kişisel” gelişebilirdi ki?  Hele böylesine büyük kalabalıklar hala bir araya gelebiliyorken…
Gizem Gürer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder